İcra ve İflas Hukuku: Sık Sorulan Sorular
İcra ve İflas Hukuku, borçlunun borcunu ödememesi hâlinde devletin cebrî icra gücünü devreye sokarak alacaklının hakkını elde etmesini sağlayan, yalnızca bireyler arası borç-alacak ilişkilerini değil, aynı zamanda iflas, konkordato, tasfiye, rehin, sıra cetveli gibi ekonomik yapının temelini oluşturan müesseseleri de kapsayan, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun zaman içerisinde hem ekonomik dönüşümler hem de uluslararası hukuk normları doğrultusunda geçirdiği değişikliklerle güncelliğini koruyan, borçlunun keyfî davranışlarını önlemeyi hedeflerken aynı zamanda onun ve üçüncü kişilerin haklarını da gözeten, bu yönüyle mülkiyet hakkı ile muhakeme adaleti arasında hassas bir denge kuran, başvuru yolları ve usul hükümleri açısından dikkatle takip edilmesi gereken özel ve karmaşık yapıya sahip bir hukuk dalıdır.
İcra ve İflas Hukuku, alacaklının alacağına kavuşmasını ve borçlunun malvarlığına ilişkin cebrî işlemlerin yasal çerçevede yürütülmesini düzenleyen, hem kamu düzenini hem özel hukuk ilişkilerini yakından ilgilendiren temel bir hukuk dalıdır. Bu alan, yalnızca borç ilişkilerinin icra takibine dönüşmesiyle sınırlı kalmayıp; rehin hakkı, iflas tasfiyesi, konkordato, mal kaçırma durumları, yedieminlik, istihkak gibi birçok teknik konuyu içeren geniş kapsamlı bir sistemdir. Uygulamada ise hem borçlular hem alacaklılar açısından sıkça karşılaşılan işlemlerin büyük çoğunluğu, usul hataları veya hak kayıplarına yol açabilecek yorum farklılıkları içermektedir.
Bu doğrultuda hazırlanan “Sıkça Sorulan Sorular” bölümü, gerek borçlu gerekse alacaklı konumundaki birey ve kurumların karşılaşabileceği hukuki sorunlara yönelik pratik, teknik ve mevzuata dayalı açıklamalar sunmayı amaçlamaktadır. Yanıtlar, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu başta olmak üzere, güncel yargı içtihatları, Yargıtay kararları, Anayasa Mahkemesi ve Bölge Adliye Mahkemesi uygulamaları ışığında kaleme alınmış olup; mülkiyet hakkı, adil yargılanma, cebrî icra, alacak tahsili ve borç sorumluluğu gibi temel kavramlar etrafında derinleştirilmiştir. Bu bölümde, konut haczinden kıymet takdirine, konkordato başvurusundan rehinli alacağın tahsiline, borçluya ait dijital varlıkların haczinden tanıma-tenfiz süreçlerine kadar uzanan müteaddit meseleler hakkında sadeleştirilmiş ama bilimsel içerikten ödün vermeyen açıklamalar yer almaktadır. Hukuki ihtilafların önlenmesi, hakların korunması ve doğru başvuru yollarının bilinçli şekilde kullanılabilmesi açısından bu tür kaynakların avukat danışmanlığıyla birlikte değerlendirilmesi ise bilhassa tavsiye olunur.
I-) İcra Takibi ve Haciz Meseleleri
Haciz işlemlerinin resmî tatil günlerinde yapılmasının hukuki sonuçları nelerdir ve hangi durumlarda geçerliliği tartışılabilir?
İcra ve İflas Kanunu’nun 51. ve 103. maddeleri uyarınca, haciz işlemleri kural olarak mesai saatleri içinde ve çalışma günlerinde yapılır. Resmî tatil günleri, “tahsilat” ve “haciz” işlemlerinin istisnaî nitelik taşıdığı zaman dilimidir. Bu günlerde gerçekleştirilen haciz işlemleri, kamu düzenine ilişkin usul hükümlerine aykırılık teşkil edebilir ve borçlu tarafından icra mahkemesine yapılacak şikâyetle iptali istenebilir. Peki, tatil günlerinde yapılan her haciz işlemi mutlak butlanla hükümsüz müdür? Hâlbuki uygulamada, borçlunun açık rızasıyla gerçekleştirilen haciz işlemleri geçerli kabul edilmektedir. Bunun dışında, kanunî zorunluluk arz eden hâllerde (örneğin, kaçakçılık suçuna konu taşınırın derhal muhafaza altına alınması gerektiğinde) veya gecikmesinde sakınca bulunan durumlarda, haciz işlemleri tatil günlerinde yapılabilmektedir. Ancak bu tür istisnaî uygulamalar, her hâlükârda mahkeme denetimine tâbi tutulmalıdır. Tatil günlerinde yapılan haciz işlemleri esasen istisna teşkil eder ve bu tür işlemlerin geçerliliği hâlin özelliklerine göre değerlendirilir. Borçlunun rızası dışında yapılan hacizlerin iptali yönünde icra mahkemesine başvuru yapılması mümkündür. Avukat marifetiyle yapılacak şikâyet başvuruları, hem usul hatalarının düzeltilmesini sağlar hem de mülkiyet hakkının hukukî güvenlik içinde korunmasına hizmet eder.
Borçluya ait sosyal medya gelirlerinin haczi, klasik maaş haczinden hangi yönleriyle ayrılır?
Borçlunun sosyal medya platformlarından (örneğin YouTube, Instagram, Twitch gibi) elde ettiği gelirler, dijital ekonomi bağlamında “süreklilik arz eden kazanç” niteliğinde olup İcra ve İflas Kanunu bakımından hacze konu olabilecek gelirler arasında yer alır. Ancak bu gelirlerin tespiti ve takibe konu edilmesi, klasik maaş gelirlerinden farklı olarak daha karmaşık bir prosedür gerektirir. Zira dijital gelirlerin kaynağı çoğu zaman üçüncü ülke merkezli ödeme sağlayıcıları, reklam ajansları veya sponsorluk anlaşmalarıdır. Bu durumda şöyle bir soru doğar: Dijital gelirler hangi usullerle tespit edilir ve hangi yollarla haczedilebilir? Uygulamada 89/1 haciz ihbarnameleri, Google AdSense, Meta Platforms veya diğer ödeme sağlayıcılara gönderilmekte; borçlunun gelir akışı bu yolla tespit edilmektedir. Bu işlemlerin yürütülmesinde MASAK bildirimi, banka dökümleri ve reklam anlaşmaları da destekleyici belgeler olarak kullanılmaktadır. Ancak bu süreçte uluslararası hukuk ve kişisel verilerin korunması mevzuatı da dikkate alınmalıdır. Sonuç olarak dijital gelirlerin haczi, çağdaş icra uygulamalarının önemli bir yansıması olup, teknolojik bilgi ile hukuki uzmanlığın birleşimini gerektirir. Bir hukuk bürosu aracılığıyla yürütülecek bu süreç, yalnızca alacağın tahsilini değil; aynı zamanda dijital ekonomi içinde hukuki dengeyi kurmayı da hedefler. Bu bağlamda, sosyal medya gelirlerinin klasik maaş gibi düzenli fakat daha karmaşık yapılı gelirler olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
Taşınmaz ipoteğine dayalı icra takibinde satış işleminin iptali için borçlunun hangi şekli savunmalara başvurabileceği öngörülmektedir?
İpotekli alacağa dayalı takiplerde taşınmazın satış aşamasına gelinmesi, borçlunun mülkiyet hakkı açısından ciddi sonuçlar doğurur. Bu nedenle İcra ve İflas Kanunu, borçluya satış sürecinde çeşitli savunma hakları tanımıştır. Özellikle kıymet takdirine, satış ilanına, artırma şartnamesine ve satış kararına karşı yapılacak şikâyetler, borçlunun satış sürecini durdurmasına veya geçersiz kılmasına imkân sağlayabilir.
Peki, ipoteğe dayalı satışın iptali için ne tür şekli hatalar ileri sürülebilir? Örneğin, kıymet takdirinin borçluya usulüne uygun tebliğ edilmemesi, satış ilanının mevzuata aykırı biçimde yayımlanması, ihale gününün yeterli süreyle ilan edilmemesi gibi eksiklikler, şekli hukuka aykırılıklar olarak ileri sürülebilir. Ayrıca artırma şartnamesinin borçlunun mülkiyet hakkını kısıtlayacak ölçüde tek taraflı düzenlenmesi de iptal gerekçesi sayılabilir. Bu tür savunmalar icra mahkemesi nezdinde ileri sürülmeli ve delilleriyle desteklenmelidir. İpotekli taşınmazın satış süreci yalnızca alacaklının hakkını değil, borçlunun da mülkiyet hakkını ilgilendiren çok boyutlu bir işlemdir. Bu süreçte yapılacak şekli savunmalar, usul güvenceleri bakımından ciddi etkiye sahiptir. Bir avukat tarafından hazırlanacak savunma dilekçeleri, sadece iptal taleplerinin teknik doğruluğunu değil; adil yargılanma hakkının da sağlanmasını temin eder.
Ortaklığın giderilmesi (izale-i şuyu) davası sonucu yapılan taşınmaz satışından doğan bedelin icra yoluyla paylaşımı ne şekilde gerçekleştirilir?
İzale-i şuyu davası neticesinde ortak taşınmazın satılması hâlinde, satış bedeli icra dairesine yatırılır ve paydaşlara düşen miktarlar üzerinden dağıtım işlemi yapılır. Bu süreç, İcra ve İflas Kanunu hükümleri çerçevesinde yürütülür ve özellikle alacaklıların haciz hakkı bulunan borçluların paylarına ilişkin işlemler açısından büyük önem taşır. İcra müdürlüğü, satıştan elde edilen parayı borçlunun payına isabet edecek şekilde icra dosyasına tahsis eder. Peki, borçlu paydaşın hissesine haciz konulmuşsa bu alacaklı ne yapabilir? Bu durumda haciz şerhi koyduran alacaklı, satış bedelinden öncelikli olarak tahsilat yapma hakkına sahip olur. Ancak bu tahsilat, sıra cetveli düzenlenmesini gerektirecek kadar çok sayıda haciz mevcutsa, alacaklıların kendi aralarında sıra cetveli yoluyla sıralanması gerekir. Bu sıraya itiraz eden alacaklılar, sıra cetveli davası açarak kendi önceliklerini ileri sürebilirler. İzale-i şuyu davaları yalnızca özel hukuk bakımından değil; icra hukukunun cebrî icra ve tahsilat mekanizmaları açısından da önem arz eder. İcra müdürlüğü nezdindeki bu süreçte avukat desteğiyle yürütülecek takip işlemleri, alacağın tahsili, haczin tesisi ve bedelin dağıtımı bakımından profesyonel bir yönetimi zaruri kılar. Bu sayede mülkiyet hakkının dönüşümü, hukuk düzeni içinde ve adalet ölçütlerine uygun biçimde gerçekleştirilmiş olur.
Araç filosuna sahip lojistik şirketlerine yönelik haciz işlemlerinde taşınır tespiti için hangi kamu kayıtlarından faydalanılır?
Lojistik ve taşımacılık sektöründe faaliyet gösteren borçlu şirketlerin malvarlığı tespitinde yalnızca klasik trafik sicili kayıtları değil; çeşitli kamu kurumlarından elde edilebilecek tamamlayıcı bilgiler de kullanılabilir. Özellikle Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na bağlı U-ETDS sistemi, TIR kayıtları, taşıma yetki belgeleri (C2, K1 vb.) ve taşıt kartları, borçlunun aktif taşıt filosunun tespiti açısından önemlidir. Bu belgeler sayesinde borçlunun elinde bulundurduğu ve ticari faaliyet için kullandığı taşıtlar hakkında detaylı bilgi edinilebilir. Bu bağlamda sorulabilir: Bu taşıtlar sadece plakaya kayıtlı mı değerlendirilmelidir? Hâlbuki uygulamada taşıtlar bazen kiralama, leasing veya rehinli kullanım gibi modellerle elde tutulmaktadır. Bu durumda aracın mülkiyet ve zilyetlik ayrımı önem kazanır. İcra müdürlükleri, gerektiğinde üçüncü kişilerle yapılmış sözleşmeleri de tetkik ederek malın fiilen borçlu tarafından kullanılıp kullanılmadığını değerlendirir. Şayet araç borçlunun fiilî denetimindeyse, haciz tatbiki mümkündür. Bu süreçte avukat desteği, taşıtın mülkiyet yapısının, kullanım amacının ve ekonomik değerinin hukuki bağlamda yorumlanmasını sağlar. Yalnızca mal tespiti değil; haczin etkin ve geçerli biçimde uygulanabilmesi de bu araştırmanın kapsamına dahildir. Böylelikle borçlunun ticari taşıma faaliyetleri içindeki değerli varlıkları icra hukuku çerçevesinde hukuka uygun biçimde tahsilat aracı hâline getirilebilir.
II-) Takip Yolları ve İtirazlara Dair Meseleler
İlâmsız takipte borçlunun itiraz süresini kaçırması hâlinde hangi hukuki imkânlar gündeme gelir?
İlâmsız takipte borçlunun ödeme emrinin kendisine tebliğinden itibaren yedi gün içinde itiraz etme hakkı bulunmaktadır (İİK m. 62). Bu süre hak düşürücü nitelikte olup, süresi içinde kullanılmadığı takdirde takip kesinleşir. Borçlunun bu sürede herhangi bir itirazda bulunmaması hâlinde, alacaklı icra dairesinden haciz talebinde bulunabilir. Haciz işlemleri de takibin kesinleşmesine bağlı olarak ilerler ve artık borçlunun malları üzerine fiilî cebrî icra işlemleri başlatılabilir. Ancak borçlunun bu süreyi kusuru olmaksızın kaçırması durumunda, kanun gecikmiş itiraz imkânı tanımaktadır (İİK m. 65). Özellikle usulsüz tebligat, ciddi hastalık, doğal afet ya da uzun süreli yurt dışı seyahati gibi haklı nedenler mevcutsa, borçlu, öğrendiği tarihten itibaren üç gün, her hâlükârda haciz tarihinden itibaren yedi gün içinde icra mahkemesine başvurarak gecikmiş itiraz talebinde bulunabilir. Bu talep yerinde görülürse, takip durdurulur ve borçlu itirazını ileri sürebilir. Bu noktada, borçlunun süresinde itiraz edememesi her zaman kesin sonuç doğurmaz; ancak gecikmiş itirazın kabulü için ispat yükü borçluya aittir. Mahkemeye sunulacak belgelerin ikna edici nitelikte olması gerekir. Avukat marifetiyle yapılan bu başvurular, şekli ve maddi unsurları birlikte içermeli, yalnızca gecikmenin değil, gecikmeye neden olan mazeretin de açık biçimde gerekçelendirilmesini sağlamalıdır.
Rehin açığı belgesi düzenlendikten sonra başlatılacak takibin özel şartları nelerdir?
Rehinle teminat altına alınan bir alacak için yapılan icra takibi sonucunda, taşınır veya taşınmazın satışından elde edilen bedelin alacak miktarını karşılamaması hâlinde, rehin açığı doğar. Bu durumda alacaklı, rehin açığını gösterir belge (İİK m. 150/ı) ile borçluya karşı ilâmsız takip başlatabilir. Bu belge, alacağın geri kalan kısmının da cebrî icra yoluyla tahsiline imkân tanır; ancak takibin geçerliliği belgeye sıkı sıkıya bağlıdır. Bu kapsamda şu soru akla gelir: Rehin açığı belgesi, alacaklıya mutlak takip hakkı mı sağlar? Hâlbuki belge düzenlenmeden ve kesinleşmeden takip başlatılması hâlinde, borçlu bu eksikliği şikâyet yoluyla ileri sürebilir. Takip öncesinde, satış işlemlerinin tamamlanmış olması ve satış bedelinin açıkça ortaya konması gerekir. Ayrıca, alacaklı tarafından başlatılacak takipte, borcun yalnızca rehinle teminat altına alınmayan kısmı için talepte bulunulmalıdır. Rehin açığı takibi özel bir takip yoludur ve belgeye dayanmadığı sürece geçerli değildir. Bu sebeple, satış sonrası işlemler dikkatle yürütülmeli, kıymet takdiri, satış tutanağı ve tahsil edilen bedelin dökümü açıkça belgelenmelidir. Avukat desteği ile yürütülen süreç, yalnızca şekli eksikliklerin giderilmesini değil; aynı zamanda borçlunun olası itirazlarına karşı savunmanın kuvvetlendirilmesini sağlar.
İtirazın kaldırılması davası ile itirazın iptali davası arasındaki yapısal farklar nelerdir ve hangi koşullarda biri diğerine tercih edilmelidir?
İtirazın kaldırılması ve itirazın iptali, ilâmsız takipte borçlunun süresinde yaptığı itirazı bertaraf etmek amacıyla alacaklının başvurabileceği iki farklı yoldur. İtirazın kaldırılması yolu, yalnızca takip dayanağının noterlikçe düzenlenmiş senet, kira sözleşmesi veya mahkeme ilâmına benzer nitelikte bir belge olması hâlinde kullanılabilir (İİK m. 68 vd.). Bu yol daha hızlı ve teknik açıdan daha sınırlı bir yargılama usulüne tâbidir. Öte yandan, itirazın iptali davası, genel hükümlere göre açılan bir eda davası olup Asliye Hukuk veya Sulh Hukuk Mahkemelerinde görülür. Alacaklının elinde resmi belge yoksa, yalnızca borç ilişkisini ispata yarar özel belgeler varsa, bu durumda itirazın iptali yoluna başvurması gerekir. Bu dava klasik yargılama usulüne tâbi olup, tanık dinlenmesi, bilirkişi raporu ve keşif gibi tüm delil araçlarına açık bir süreçtir. İtirazın kaldırılması ve iptali davaları hem usul hukuku hem de ispat yükü bakımından farklılık arz eder. Alacaklının takip dayanağının niteliğine göre doğru dava türünü seçmesi gerekir. Avukat desteğiyle yürütülen bu süreç, yalnızca usule uygun bir başvurunun yapılmasını değil; aynı zamanda icra inkâr tazminatı gibi lehe sonuçların da elde edilmesini mümkün kılar.
Tebligatın usulsüz yapılması hâlinde takip sürecine etkisi nedir ve borçlu gecikmiş itiraz hakkını nasıl kullanabilir?
Tebligat işlemleri, icra takiplerinin geçerliliği bakımından temel usul garantilerinden biridir. 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve ilgili Yönetmelik uyarınca, ödeme emrinin borçluya usulüne uygun biçimde tebliğ edilmesi, hem takip sürecinin başlaması hem de itiraz süresinin işlemesi bakımından zorunludur. Usulsüz tebligat, borçlunun itiraz hakkını fiilen kullanamaması sonucunu doğurur ve bu durum, takip sürecinin sıhhatini zedeler. Bu durumda akla gelen soru şudur: Usulsüz tebligat hâlinde borçlunun yapabileceği başvuru nedir? İİK m. 65 uyarınca borçlu, öğrendiği tarihten itibaren üç gün içinde, her hâlükârda hacizden itibaren yedi gün içinde icra mahkemesine başvurarak gecikmiş itiraz talebinde bulunabilir. Bu başvuruda, tebligatın usulsüz olduğuna dair açık deliller (misal olarak, farklı adreste bulunma, imza benzerliği olmaması, tebligatın komşuya yapılması gibi) sunulmalıdır. Bu sürecin teknik olarak eksiksiz yürütülmesi ve delillerin hukuki geçerlilik taşıması, hak kaybını önlemenin yegâne yoludur. Avukat aracılığıyla yapılan bu başvuru, sadece takip sürecinin durdurulmasını değil; aynı zamanda borçlunun maddi anlamda haksız yere mağduriyetinin önlenmesini de sağlar. Usulsüz tebligat, şekli usul ihlali gibi görünse de neticede mülkiyet hakkı ile doğrudan ilişkilidir.
Menfi tespit davası ile istirdat davası arasındaki fark nedir ve uygulamada bu ayrım neden önemlidir?
Menfi tespit davası, borçlunun borçlu olmadığını ileri sürdüğü, ancak henüz ödeme yapmadığı hâllerde açtığı bir tespit davasıdır. İcra ve İflas Kanunu m. 72 uyarınca, takip henüz kesinleşmeden açılabilir ve mahkemeden tedbir kararı alınarak icra takibi durdurulabilir. Bu dava, borcun mevcut olmadığının mahkeme kararıyla tespitini hedefler ve icra tehdidine karşı borçlunun hukuki korunmasını sağlar. Buna karşılık, istirdat davası ise borçlunun gerçekte borçlu olmadığı bir tutarı ödeme tehdidi altında icra dosyasına ödemesi hâlinde açtığı bir iade davasıdır. Burada ödeme gerçekleştirilmiş, ancak borcun olmadığı ileri sürülmektedir. Dava sonunda ödenen paranın iadesine hükmedilir. İki dava arasındaki temel fark, ödeme yapılıp yapılmadığı noktasında ortaya çıkar. Bu ayrım uygulamada önemlidir; çünkü yanlış dava türünün seçilmesi, usulden ret ile sonuçlanabilir. Ayrıca menfi tespit davasında ihtiyati tedbir kararı alınabilmesi, takibin durdurulması bakımından stratejik bir önem taşır. Avukatlık hizmeti bu noktada yalnızca dava stratejisi değil; hak arama özgürlüğünün doğru mecra üzerinden yürütülmesini de sağlar.
III-) İstihkak, Haczedilmezlik ve Şikayet Mekanizmaları
Haczedilen malın üçüncü kişiye ait olması hâlinde, istihkak davasında ispat yükü kime aittir?
İcra takibi sürecinde, haczedilen mal üzerinde üçüncü bir kişi mülkiyet iddiasında bulunursa, bu durumda İcra ve İflas Kanunu m. 96 ve devamı hükümleri gereğince istihkak iddiası gündeme gelir. Haczin yapıldığı sırada borçlu zilyetliğinde bulunan malın üçüncü kişiye ait olduğu ileri sürüldüğünde, icra müdürlüğüne itiraz edilmesi ve akabinde istihkak davası açılması gerekir. Bu dava, takip hukukunun maddi hukukla kesiştiği önemli bir alandır. Peki, bu davada ispat yükü nasıl dağılır? Kural olarak, haczedilen malın zilyedi borçlu olduğundan, malın borçluya ait olduğu karinesi geçerlidir. Bu nedenle, mülkiyetin üçüncü kişiye ait olduğunu iddia eden kişi bu iddiasını yazılı belge, fatura, tanık, kayıt vs. delillerle ispat etmekle yükümlüdür. Ancak mal borçlu ve üçüncü kişi tarafından birlikte kullanılıyorsa, mülkiyetin kime ait olduğu daha detaylı tetkik edilir. Yargıtay kararlarında, aile bireyleri arasındaki mal devri işlemlerinde bu ispat yükünün daha sıkı incelendiği görülmektedir. İstihkak davası, yalnızca malvarlığı üzerinde hak iddiası değil; aynı zamanda cebrî icra sisteminin sınırlarının çizildiği bir mekanizmadır. Avukatlık hizmeti, hem ispat vasıtalarının hukuka uygun şekilde sunulması hem de davanın usulü kurallara riayet edilerek yürütülmesi bakımından belirleyici rol oynar. Bu süreçte yapılacak küçük bir hata, üçüncü kişinin mülkiyet hakkının ihlâline yol açabilir.
Haczedilmezlik iddialarının kötüye kullanımı nasıl tespit edilir ve alacaklı bu iddiaya karşı nasıl bir şikâyet başvurusu yapabilir?
İcra takibinde borçlu, haczedilen malın İcra ve İflas Kanunu m. 82 veya 83 kapsamında haczedilemez olduğunu ileri sürebilir. Bu iddia, özellikle meskeniyet şikâyeti, meslek icrasında kullanılan araç ve gereçler, geçim için zaruri olan mallar gibi koruma altındaki eşyalara yöneliktir. Ancak uygulamada bu iddiaların kötüye kullanımı da sıkça görülmektedir. Borçlunun fiilen lüks ve gelir getiren taşınırları “zaruri eşya” olarak beyan etmesi bu kapsamdadır. Bu noktada alacaklı nasıl bir yol izlemelidir? Alacaklı, haczedilmezlik iddiasının gerçeğe aykırı olduğunu ileri sürerek icra mahkemesine şikâyet yoluyla başvurabilir. Bu şikâyette, borçlunun malın niteliğine ve kullanım amacına dair yanlış beyanda bulunduğu somut delillerle ortaya konulmalıdır. Örneğin, borçlunun bir taşınmazı fiilen kiraya verdiği hâlde mesken olarak beyan etmesi, şikâyet konusu yapılabilir. Mahkeme, bu iddiaları incelerken tanık, yer görme, kayıt sorgulama gibi yöntemlere başvurabilir. Haczedilmezlik iddialarının keyfî ve kötüye kullanılmasını engellemek, sadece alacaklının değil, icra hukukunun sistemsel güvenliğini de korur. Bu nedenle avukat marifetiyle yapılacak başvurular hem usul ekonomisine katkı sağlar hem de icra işlemlerinin adalet ilkesiyle uyumlu yürütülmesini temin eder. Kötüye kullanımların önüne geçilmesi, sistemin tüm tarafları için gereklidir.
Borçlunun yaşamını sürdürmesi için gerekli olan mallar üzerinde haciz tatbik edilmesi Anayasa ile nasıl ilişkilendirilebilir?
İcra ve İflas Kanunu m. 82 kapsamında borçlunun ve ailesinin asgarî geçimini sağlayacak mallar haczedilemez olarak kabul edilmiştir. Bu düzenleme, yalnızca icra hukuku normu değildir; aynı zamanda Anayasa’nın 17. ve 20. maddelerinde güvence altına alınan yaşama hakkı, insan haysiyetine uygun yaşam ve özel hayatın gizliliği ile de doğrudan ilişkilidir. Borçlunun geçimini sağlayan temel eşyaların haczedilmesi, insan onurunu zedeleyici nitelikte olabilir. Şu soruya cevap aranmalıdır: Haciz işlemi hangi noktada Anayasal sınırları ihlâl eder? Cevap, borçlunun geçim vasıtalarının tamamen elinden alınması hâlinde verilmelidir. Örneğin, tek geçim kaynağı olan ve meslek icrasında kullandığı araca haciz konulması durumunda, bu haciz işlemi, hem mülkiyet hakkına hem de çalışma özgürlüğüne aykırı sonuçlar doğurabilir. Anayasa Mahkemesi kararlarında, icra takibinin bile sınırlarının olduğu ve bu sınırların “insan onuruna saygı” çerçevesinde çizilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Haciz işlemleri şekli olarak kanuna uygun olsa dahi, temel haklarla çatıştığı durumda sınırlanmalıdır. Bu tür hassas işlemlerde avukatlık desteğiyle yapılacak başvurular, icra hukukunun Anayasa ile çatışmamasını ve temel insan haklarının koruma altında tutulmasını sağlar. Zira mülkiyet hakkı ile yaşam hakkı arasında doğru dengeyi kurmak, hukuk devleti ilkesinin asli gereğidir.
Kıymet takdiri raporuna itiraz süreci nasıl işler ve hangi gerekçelerle yeniden değerleme talep edilebilir?
İcra takibi kapsamında haczedilen malların kıymet takdiri, satış öncesi değer tespiti bakımından zorunlu bir işlemdir. Bu tespit, icra müdürlüğü tarafından atanan bilirkişilerce yapılır ve taraflara tebliğ edilir. İİK m. 128/a gereğince, taraflar kıymet takdiri raporunun tebliğinden itibaren yedi gün içinde icra mahkemesine başvurarak itiraz edebilir. Bu süre hak düşürücü niteliktedir. Hangi gerekçelerle kıymet takdirine itiraz edilebilir? En yaygın itiraz nedenleri; değerleme sırasında emsal satışların dikkate alınmaması, bilirkişinin uzmanlık alanının yetersizliği, taşınmazın konumunun ve fiziki özelliklerinin göz ardı edilmesi gibi teknik ve maddi hatalardır. Ayrıca taşınmazda ipotek veya şerh bulunması hâlinde değer düşüklüğünün doğru yansıtılmaması da itiraz gerekçesi olabilir. Mahkeme, itirazı haklı bulursa yeni bir bilirkişi atayarak yeniden değerlendirme yapılmasına karar verebilir. Kıymet takdirine yapılacak etkili bir itiraz, satış sürecini doğrudan etkileyebileceğinden, alacaklı ya da borçlu taraf bakımından son derece önemlidir. Avukat aracılığıyla yürütülen itiraz süreci, sadece değerin yükseltilmesi veya düşürülmesi değil; aynı zamanda adil satış ve tahsilat koşullarının oluşması açısından da kritik önemdedir. Zira yanlış kıymet takdiri, ya alacaklının tahsilatında eksiklik yaratır ya da borçlunun malının gerçek değerinin altında satılmasına yol açar.
Borçlunun yediemin sıfatıyla teslim aldığı malı kötüye kullanması durumunda hangi ceza hukuku normları devreye girer?
Yediemin, icra takibinde haczedilen malın geçici koruma amacıyla borçluya veya güvenilir bir kişiye teslim edilmesidir. Bu kişi, malı aynen muhafaza etmek ve izinsiz kullanmamakla yükümlüdür. Ancak, borçlu bu sıfatı kötüye kullanır, malı satar, gizler veya imha ederse, bu durum Türk Ceza Kanunu m. 289 gereğince “yedieminliği kötüye kullanma” suçu oluşturur. Bu suç, kamu güvenine karşı işlenen suçlardan sayılır ve takibi şikâyete bağlıdır. Bu bağlamda sorulabilir: Suçun oluşması için yedieminin ne tür fiilleri gerçekleştirmesi gerekir? Malın satılması, kiraya verilmesi, yerinin değiştirilmesi, başkasına devredilmesi veya mal üzerinde fiilî tasarrufta bulunulması suçun maddi unsurlarını oluşturur. Hile unsuru aranmaz; kasten yapılan her türlü kullanım yeterlidir. Yargıtay, yedieminliği suistimal davalarında özellikle teslim tutanaklarını, şahit beyanlarını ve malın son durumunu dikkate alır. Yedieminliğin kötüye kullanılması, sadece ceza hukuku yaptırımı değil; aynı zamanda icra işlemlerinin güvenilirliğini zedeleyen bir fiildir. Bu nedenle, hukuk bürosu tarafından yapılacak suç duyurusu ve delil toplama faaliyetleri, hem mülkiyetin korunması hem de icra işlemlerinin caydırıcılığının sağlanması açısından elzemdir. Aksi hâlde, yedieminlik kurumu, amacının aksine, mal kaçırma vasıtası hâline gelebilir.
IV-) Yabancı Mahkeme İlâmlarıyla İlgili Meseleler
Yabancı mahkeme ilâmının Türkiye’de tenfiz edilebilmesi için gereken şartlar nelerdir?
Yabancı mahkeme kararlarının Türkiye'de icra edilebilmesi için, 5718 sayılı Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun’un (MÖHUK) 50–59. maddeleri kapsamında tanıma ve tenfiz süreçlerinin işletilmesi gerekir. Tenfiz, yabancı bir mahkeme kararının Türkiye’de icra kabiliyeti kazanmasını ifade eder. Tenfiz için ilk koşul, söz konusu kararın “hukukî nitelikte ve kesinleşmiş bir mahkeme kararı” olmasıdır. Ceza mahkemesi kararları, kamu düzeniyle doğrudan bağlantılı ise tenfiz kapsamı dışında tutulabilir. MÖHUK m. 54’te sayılan tenfiz şartları arasında en önemlileri, kararın verildiği ülke ile Türkiye arasında karşılıklılık (mütekabiliyet) ilişkisinin bulunması, kararın verildiği ülkede Türk mahkemesi kararlarına benzer nitelikte kararların geçerli kabul edilmesi, kararın Türk kamu düzenine açıkça aykırı olmaması ve usulüne uygun şekilde taraflara tebliğ edilmesi hususlarıdır. Aleniyet ve tarafların savunma hakkına saygı gösterilip gösterilmediği de denetim konusudur. Eksik olan bir unsur hâlinde mahkeme, tenfiz talebini reddeder. Tenfiz kararının alınmasından sonra, ilâmın Türkiye’de icra kabiliyeti kazanması mümkün olur. Alacaklı, bu kararla birlikte icra takibi başlatabilir. Dolayısıyla, tenfiz sadece şekli değil; aynı zamanda maddi anlamda sonuç doğuran bir işlemdir. Sürecin tamamı, ciddi bir hukuki uzmanlık ve yabancı hukukun özelliklerinin bilinmesini gerektirir. Bu nedenle, avukat desteğiyle yürütülen bir tenfiz başvurusu, hem şekli şartların sağlıklı takibi hem de kararın icra edilebilirliğinin doğru bir zemine oturtulması açısından zaruridir.
Tanıma kararı ile tenfiz kararı arasındaki farklar nelerdir ve icra takibi bakımından ne gibi sonuçlar doğurur?
Tanıma kararı, yabancı mahkeme ilâmının yalnızca kesin hüküm gücü bakımından Türkiye’de geçerli olmasını sağlar. Bu karar, özellikle boşanma, velayet, şahsın hâli gibi hükmün icrası gerekmeyen alanlarda önem arz eder. Tanıma kararı alınması hâlinde, karar Türkiye’de hüküm doğurur; ancak icra işlemleri yapılamaz. Buna karşılık, tenfiz kararı yalnızca mahkeme ilâmının maddi anlamda uygulanmasını, yani cebrî icraya konu edilebilmesini mümkün kılar. Peki, icra takibine başlamak için hangi karar yeterlidir? Bu noktada yalnızca tenfiz kararı yeterli olur. Çünkü tanıma kararı, ilâmın icra kabiliyeti kazanmasını sağlamaz. Örneğin, yabancı bir mahkemenin verdiği alacak ilâmı ancak tenfiz edilirse Türkiye’de ilâmlı icra takibine konu edilebilir. Bu fark özellikle boşanma kararlarında belirgindir: Mal paylaşımı ve nafaka gibi hükümlerin icrası için tenfiz gerekirken, boşanmanın tanınması için tanıma yeterlidir. Tanıma ve tenfiz süreçlerinin karıştırılması, uygulamada hak kayıplarına neden olabilmektedir. Bu nedenle, kararın mahiyeti dikkatle incelenmeli, gerekli başvuru türü doğru belirlenmelidir. Hukuk bürosu aracılığıyla yapılan değerlendirme, yabancı kararın yalnızca içerik analizini değil; Türk hukuk sisteminde hangi etkileri doğuracağını da tetkik eder. Netice itibarıyla, tanıma ile şekli geçerlilik, tenfiz ile cebrî icra imkânı sağlanır.
Tanıma ve tenfiz kararlarının kesinleşmesinden sonra ilâma dayalı takip başlatmak için hangi belgeler gereklidir?
Tanıma ve tenfiz kararları, verildikleri andan itibaren kesinleşmiş olmadıkları sürece Türkiye’de ilâmlı icra takibine dayanak yapılamaz. Bu kararların kesinleşmesi, Türk mahkemesince verilen hükmün gerekçesiyle birlikte taraflara usulüne uygun biçimde tebliğ edilmesini ve kanun yollarına başvurulmadığını göstermelidir. Bu bağlamda, ilk adım, mahkemenin verdiği tanıma veya tenfiz kararının kesinleşme şerhini içeren tam ilâmının temin edilmesidir. Peki, kesinleşmiş ilâmla birlikte hangi belgeler icra dosyasına sunulmalıdır? Bunlar sırasıyla: tenfiz kararı (veya tanıma kararı), bu kararın kesinleştiğine dair mahkeme kaleminden alınan şerhli örnek, tercümeli ve noter onaylı yabancı mahkeme kararı ve tercümeli tebligat belgeleridir. İcra dairesi, bu belgelerin tamlığını denetledikten sonra borçluya ilâmlı icra ödeme emri gönderir. Aksi hâlde takip başlatılamaz veya usulsüz olur. Bu süreçte belgelerin eksiksiz sunulması ve doğru biçimde düzenlenmesi zorunludur. Aksi hâlde takip, borçlunun şikâyetiyle durdurulabilir. Avukatlık desteği, yalnızca tercüme işlemleri veya şerh temini değil; aynı zamanda ödeme emrinin hukuka uygun biçimde düzenlenmesi ve muhtemel itirazlara karşı hazırlık yapılması bakımından da işlevseldir. Böylece yabancı mahkeme kararı, Türk hukuk düzeni içinde etkili ve geçerli biçimde uygulanabilir.
Yabancı ilâmların kamu düzenine aykırılığı hâlinde Türk mahkemelerinin alabileceği kararlar nelerdir?
Tanıma ve tenfiz davaları sırasında mahkeme, kararın kamu düzenine açıkça aykırı olup olmadığını resen inceler (MÖHUK m. 54/c). Kamu düzenine aykırılık, çoğunlukla emredici Türk hukuk kuralları ile çatışma, temel hak ve özgürlüklerin ihlâli, savunma hakkının yokluğu, eşitlik ilkesinin ihlâli gibi nedenlerle ortaya çıkar. Eğer yabancı ilâm Türk kamu düzenine aykırı bulunursa, tanıma ya da tenfiz talebi reddedilir. Bu noktada şu soru ortaya çıkar: Mahkeme kamu düzenine aykırılığı nasıl tespit eder? Misal olarak, taraflardan birine usulüne uygun savunma hakkı verilmeden karar verilmişse, kararın mahkememizce geçerli sayılması mümkün değildir. Ya da çocuk yaşta evlilik, çok eşlilik gibi Türk toplum yapısına aykırı hükümler içeren bir karar söz konusuysa, bu karar kamu düzenine açıkça aykırı sayılır. Mahkeme bu durumda, ilâmın Türkiye'de hüküm ve sonuç doğuramayacağına hükmeder. Mahkemenin bu kararı, şekli değil maddi niteliktedir ve istinaf yoluna açıktır. Bu noktada avukat aracılığıyla yapılacak savunma ve karşı görüşler, kamu düzeni denetiminin kapsamını daraltabilir. Zira her farklılık kamu düzenine aykırılık değildir; bunun “açık” ve “temel değerlere ilişkin” olması gerekir. Uygulamada bu sınırın yorumlanması, doktrinsel ve içtihat farklılıklarını da beraberinde getirmektedir.
Yurt dışında verilmiş bir boşanma kararının Türkiye’de tenfiz edilmeden mal paylaşımı yapılabilir mi?
Yabancı mahkemelerde verilmiş bir boşanma kararının Türkiye’de hüküm ve sonuç doğurabilmesi için, öncelikle tanıma kararı alınması gerekir. Ancak bu yalnızca kişisel durumun (boşanma) Türkiye’de geçerli sayılmasını sağlar. Mal paylaşımı, nafaka, tazminat gibi kararlar ise icra edilebilirlik niteliğinde olduğundan, bunların Türkiye’de hüküm doğurabilmesi için ayrıca tenfiz kararına ihtiyaç vardır. Tenfiz olmadan icra takibi başlatılamaz, ilâmlı takip yapılamaz. Bu çerçevede sorulacak soru şudur: Sadece tanıma kararıyla mal paylaşımı talep edilebilir mi? Hâlbuki hayır. Mal paylaşımına ilişkin kararlar, bir eda hükmü içerdiğinden, Türkiye’de icrası için tenfiz kararına ihtiyaç vardır. Tanıma kararı, sadece boşanmanın tespitiyle sınırlı etki doğurur. Dolayısıyla eşlerden biri, boşanmanın tanınmasına dayanarak karşı taraftan mal paylaşımı isteyemez; öncelikle mahkemece o kararın tenfizi sağlanmalıdır. Yurtdışındaki boşanma kararlarının Türkiye’de hem kişisel hem malî sonuç doğurabilmesi için tanıma ve tenfiz süreçlerinin birlikte ve bilinçli şekilde yürütülmesi gerekir. Hukuki destek olmaksızın bu ayrımın gözden kaçması sık karşılaşılan uygulama hatalarındandır. Avukat marifetiyle yürütülecek işlemler, hem mal paylaşımı taleplerinin kabul edilebilirliğini artırır hem de icra hukukunda şekli engellerin ortaya çıkmasını önler.
V-) Konkordato ve İflas Süreci Meseleleri:
Konkordato başvurusunda sunulan borç ödeme planının hukuki geçerlilik kazanabilmesi için taşıması gereken asgari şartlar nelerdir?
Konkordato projesi, İcra ve İflas Kanunu’nun 285 ve devamı maddelerinde düzenlenen borç yapılandırma sürecinin en temel unsurudur. Bu planın hukuki geçerlilik kazanabilmesi için öncelikle alacaklıların ekonomik çıkarlarını makul bir düzeyde koruyan, borçlunun ödeme kabiliyetiyle uyumlu ve alacakların belirli bir sürede hangi oranlarla ödeneceğini açıkça ortaya koyan bir düzenleme içermesi gerekir. Planın ayrıca borçlu tarafından taahhüt edilen kaynakların dayanağının açıklanması ve bu kaynakların sürdürülebilir olması da şarttır. Bununla birlikte, konkordato projesinde yalnızca ödeme oranları değil; ödeme takvimi, teminat teklifleri, varsa alacaklıların sıralamasındaki öncelikler ve sınıflandırmalar da açık biçimde yer almalıdır. Kanun, konkordatonun alacaklıların çoğunluğu tarafından kabul edilmesini ve mahkemece tasdik edilmesini zorunlu kıldığından, bu planın “ticari hayatın olağan akışına uygun” olması ve iyiniyetli borçlu telâkkisi yaratması gerekir. Proje bu nitelikleri taşımıyorsa, alacaklılarca reddedilmesi veya mahkemece tasdik edilmemesi ihtimali yüksek olacaktır. Konkordato projesinin hukuken geçerli olabilmesi için yalnızca şekli şartları taşıması yeterli değildir. Planın ekonomik rasyonaliteye dayanması, alacaklıları zarara uğratmaması ve mahkemenin denetiminden geçebilecek açıklık ve güvenilirlikte hazırlanmış olması gerekir. Bu noktada, konkordato başvurusunun profesyonel hukuki hizmet çerçevesinde, mali müşavir ve avukat iş birliğiyle hazırlanması, sürecin neticeye ulaşması açısından büyük önem taşır.
Mahkeme tarafından verilen geçici mühlet süresinde alacaklılar hangi takip işlemlerini başlatabilir veya sürdürebilir?
Geçici mühlet, konkordato başvurusu üzerine mahkemece verilen, borçlunun malvarlığını koruma altına alan ve icra takiplerini durduran süreyi ifade eder. Bu süre içerisinde, alacaklıların yeni bir takip başlatması ve mevcut takiplerini sürdürmesi kural olarak yasaklanmıştır. İcra ve İflas Kanunu'nun 294. maddesi uyarınca, geçici mühlet süresince borçlu aleyhine ihtiyati haciz dahil hiçbir takip yapılamaz; başlamış olan takipler durur ve haciz uygulanamaz. Bu kapsamda şöyle bir soru gündeme gelir: İhtiyati tedbir kararları veya alacaklılarca açılan davalar geçici mühlet sırasında uygulanabilir mi? Bu konuda istisnaî durumlar mevcuttur. Örneğin, rehinli alacaklıların rehnin paraya çevrilmesi yoluyla takip başlatmaları bazı şartlarla mümkündür. Ayrıca, istirdat davası gibi konkordato dışında kalan kişisel haklara ilişkin bazı hukuki talepler de mühlet sürecinde değerlendirilebilmektedir. Ancak bu hâller, genel takip yasağının istisnası olarak kabul edilmeli ve sınırlı yorumlanmalıdır. Geçici mühlet süresi, borçlunun malvarlığını ani müdahalelere karşı koruyan ve konkordatonun başarısını temin etmeye yönelik önemli bir hukuki zırhtır. Alacaklıların bu süreçteki talepleri mahkeme ve konkordato komiserinin denetimi altındadır. Dolayısıyla, mühlet içinde hak arama yollarının sınırları ciddi bir şekilde daralmış olup, bu sınırların aşılmaması hukuk güvenliği ve adalet ilkesi açısından zaruridir.
Alacaklı, borçlunun dürüstlük kuralına aykırı konkordato talebini hangi hukuki yollarla denetletebilir?
Konkordato sisteminin istismara açık bir niteliğe sahip olması, özellikle dürüstlük ilkesine aykırı davranan borçlular açısından alacaklılar nezdinde endişe yaratmaktadır. Bu nedenle, alacaklıların konkordato sürecinde aktif gözetim ve denetim mekanizmalarını kullanması, İcra ve İflas Hukuku’nun işlevsel güvencelerinden biridir. Alacaklılar, konkordato projesine itiraz ederek mahkemeye planın uygulanamaz olduğunu, ödeme gücünün gerçekte bulunmadığını veya borçlunun kötü niyetli davrandığını ileri sürebilir. Peki, borçlunun dürüstlük kuralını ihlâl ettiği nasıl ispatlanabilir? Bu noktada borçlunun gerçek dışı bilanço düzenlemesi, mal kaçırma amacıyla muvazaalı işlemler yapması, geçmiş dönem hesaplarını gizlemesi gibi fiiller alacaklılar tarafından mahkemeye sunulabilir. Ayrıca konkordato komiseri raporunda belirtilen hususlara dayanılarak da konkordato tasdikinin reddi talep edilebilir. Bu çerçevede, alacaklı, hem icra mahkemesi nezdinde hem de ceza hukuku kapsamında çeşitli şikâyet yollarını kullanabilir. Son tahlilde, konkordato süreci, hem borçlunun iyiniyetli çabalarını hem de alacaklının hak arama özgürlüğünü gözeten dengeli bir sistem öngörmektedir. Alacaklıların bu sistemde pasif kalmaması, konkordatonun hukuka ve hakkaniyete uygun işlemesini sağlar. Hukuki temsilciler ve avukatlar aracılığıyla yürütülen aktif denetim mekanizmaları, yalnızca konkordatonun başarısını değil; aynı zamanda adaletin yerleşik prensiplerinin de korunmasını temin eder.
İflasın açılmasına ilişkin davalarda, borçlunun borçlarını ödeyememe hâlinin ispatı bakımından aranan kriterler nelerdir?
İflas davası, borçlunun borçlarını ödeyemediğini iddia eden alacaklı tarafından açıldığında, mahkeme borçlunun malî durumunu objektif ölçütlere göre değerlendirir. Bu değerlendirme, “ödeme güçlüğü” mefhumu üzerinden yapılır. Borçlunun borçlarını vadesinde ve tam olarak ödeyip ödeyemediği, bu ödeme aczi süreklilik arz ediyor mu, borçlunun alacaklılarına karşı dürüst davranıp davranmadığı gibi faktörler, mahkemenin takdir alanı içindedir. Ödeme güçlüğü nasıl ispat edilir? Uygulamada borçlunun defter ve kayıtları, banka hesap dökümleri, vergi borçları, SGK primleri gibi kamusal mali yükümlülüklerinin ödenip ödenmediği, icra takiplerinin sayısı ve haciz kayıtları önemli ispat araçları olarak değerlendirilmektedir. Mahkeme, bilirkişi incelemesine başvurarak borçlunun aktif-pasif dengesini tetkik edebilir. Ayrıca, borçlunun iflasa karşı koymaması da ödeme aczinin ikrarı sayılabilir. İflasın açılması, yalnızca borçlunun tasfiyesini değil; alacaklıların eşit şekilde alacaklarını tahsil etmesini amaçlayan cebrî icra yöntemidir. Bu sistemde ödeme aczinin ispatı, davanın seyrini belirleyen en kritik aşamadır. Avukat aracılığıyla yapılan teknik başvuru ve belgelerin sunumu, hem davanın neticesini tayin eder hem de alacaklının kamu gücü desteğiyle hakkına ulaşmasını mümkün kılar.
İflasın açılması hâlinde alacaklıların tasfiye sürecine müdahil olabilmesi için yerine getirmeleri gereken yasal yükümlülükler nelerdir?
İflasın açılmasına karar verildikten sonra, tasfiye işlemleri iflas masası aracılığıyla yürütülür ve bu süreçte alacaklıların aktif olarak alacaklarını bildirmeleri gerekir. Alacak bildirimi, İcra ve İflas Kanunu m. 218 vd. hükümlerine dayanır ve belirli süreler içerisinde, delilleriyle birlikte iflas dairesine yapılmalıdır. Süresinde yapılmayan alacak bildirimleri, tasfiyeye katılma hakkının kaybedilmesine yol açar. Alacak bildirimi sırasında, alacağın dayanağı, miktarı ve varsa rehinli olup olmadığı açıkça belirtilmelidir. Rehinli alacaklar, teminatın niteliğine göre masadan ayrı olarak tahsil edilebilir. Ancak rehin açığı doğarsa, kalan kısım için iflas masasına müracaat etmek zorunludur. Bu noktada alacaklının hem maddi hukuk bilgisine hem de icra hukuku prosedürlerine vakıf olması gerekir. Ayrıca, iflas masası tarafından düzenlenen sıra cetveline itiraz hakkı da mevcuttur. Tasfiye sürecine etkili biçimde katılmak isteyen alacaklılar, bu işlemleri teknik hata yapmaksızın yerine getirmelidir. Hukuk bürosu aracılığıyla yapılan müracaatlar, sadece sürenin kaçırılmasını önlemekle kalmaz; aynı zamanda alacağın türüne göre doğru sıralamada yer almasını sağlar. Hâliyle, tasfiye sürecinde profesyonel danışmanlık almak, hem hukuki hem ekonomik bakımdan zaruret hâlini alabilir.
VI-) Sıra Cetveli ve Tasarrufun İptaliyle İlgili Meseleler:
Sıra cetveline karşı dava açma süresi kaç gündür ve bu sürenin hukuki niteliği nedir?
Sıra cetveli, icra takibinde alacaklılar arasında tahsilat sırasını belirleyen ve icra müdürlüğü tarafından düzenlenen teknik bir belgedir. İcra ve İflas Kanunu’nun 142. maddesine göre, sıra cetveli, alacaklılara tebliğ edildikten sonra yedi gün içinde icra mahkemesine itiraz davası açılabilir. Bu süre hak düşürücü niteliktedir ve süresi içinde başvurulmadığı takdirde sıra cetveli kesinleşir. Kesinleşmiş sıra cetveli ise icra müdürlüğü için bağlayıcıdır. Bu noktada şu soru doğabilir: Yedi günlük süre ne zaman işlemeye başlar? Süre, sıra cetvelinin alacaklıya usulüne uygun biçimde tebliğ edilmesiyle başlar. Bu tebligat yapılmamışsa süre başlamaz. Ancak alacaklı tebligata rağmen süresinde başvuru yapmazsa, artık cetvelde belirlenen sıraya uymak zorundadır. Bu durumda müktesep hak oluşur ve başka alacaklıların zararına olacak şekilde cetvele itiraz mümkün değildir. Netice itibarıyla, sıra cetveline karşı dava açma süresi oldukça kısa ve teknik nitelikli olduğundan, alacaklının hukuki özen yükümlülüğünü azami düzeyde yerine getirmesi gerekir. Avukat aracılığıyla yürütülecek başvuru işlemleri, hem sürenin kaçırılmaması hem de itirazın dayandığı hukuki sebeplerin doğru şekilde ortaya konulması açısından elzemdir. Aksi takdirde, alacaklının öncelikli tahsil hakkı zedelenebilir.
Rehinli alacaklıların sıra cetvelindeki sıralamaya itirazı hangi dayanaklarla yapılabilir?
Rehinli alacaklılar, icra takibinde belirli mal üzerinde öncelik hakkına sahiptir. Bu nedenle sıra cetvelinde rehinli alacaklıların sırası doğru belirlenmediğinde veya rehin hakkı hiçe sayıldığında, söz konusu alacaklı icra mahkemesine itiraz davası açabilir. Rehin hakkı, Türk Medeni Kanunu'nda tanımlanmış aynî bir haktır ve derece sıralaması, tapu siciline tescil edilen tarih ve derece esas alınarak belirlenir. Bu sıralamanın hatalı yapılması alacaklının tahsilat hakkını doğrudan etkiler. Peki, rehinli alacaklı hangi tür hukuki gerekçelerle sıra cetveline itiraz edebilir? En yaygın itiraz gerekçeleri; rehinin tapuda yanlış dereceyle tescil edilmesi, rehinli alacaklının alacağının eksik veya geç yazılması, başka bir alacaklının haksız yere öncelikli gösterilmesi veya rehin açığına dair hesaplamaların hatalı yapılmasıdır. Bu tür durumlarda alacaklı, belgeleriyle birlikte mahkemeye başvurarak cetvelin düzeltilmesini talep edebilir. Rehinli alacaklının sıra cetveline itirazı, yalnızca bireysel menfaatin değil; cebrî icra hukukunda öncelik hakkının korunması açısından da büyük önem taşır. Avukat vasıtasıyla yapılacak itirazlar, rehin hakkının dayandığı belge ve kayıtların hukuka uygun yorumlanması sayesinde daha güçlü bir sonuç doğurur. Bu, rehinli alacaklının ekonomik anlamda zarara uğramasını önleyecek ve adaletin tesisine katkı sağlayacaktır.
Tasarrufun iptali davasında üçüncü kişinin iyiniyeti nasıl değerlendirilmektedir?
Tasarrufun iptali davası, borçlunun malvarlığını azaltmaya yönelik kötü niyetli işlemlerini geçersiz kılarak, alacaklının bu mallar üzerinden tahsilat yapabilmesini sağlayan özel bir dava türüdür (İİK m. 277 vd.). Bu davada, malı devralan üçüncü kişinin “iyi niyetli” olup olmadığı kritik bir unsurdur. Çünkü iyiniyetli üçüncü kişi, kural olarak borçlunun alacaklısını zarara uğratma kastına iştirak etmemiş kabul edilir. İyiniyetin değerlendirilmesinde ne gibi kıstaslar kullanılır? Yargıtay uygulamasına göre üçüncü kişi, borçlunun malvarlığına ilişkin işlemde alacaklıları zarara uğratma amacını biliyor veya bilecek durumda ise iyiniyet iddiası kabul edilmez. Bu kapsamda; borçlunun akrabası olması, rayiç bedelin çok altında devir yapılması, satış karşılığında fiilen ödeme yapılmaması, resmi şekil şartlarına uyulmaması gibi göstergeler “kötü niyet karinesi” doğurabilir. Bu durumda malı alan kişinin iyi niyetli olduğu kabul edilmez ve işlem iptal edilir. İyi niyetin varlığı, yalnızca subjektif beyana değil; işlem koşullarının objektif yorumuna göre belirlenir. Bu nedenle tasarrufun iptali davalarında üçüncü kişinin ekonomik durumunun, işlemin mahiyetinin ve taraf ilişkilerinin derinlemesine tetkiki gerekir. Avukat yardımıyla yürütülen yargılamalar, bu yönleri belgeler ve tanıklarla destekleyerek davanın hukuki zeminde sonuçlandırılmasını temin eder.
Mal kaçırma saikiyle yapılan bağış işlemleri iptal edilebilir mi? Hangi kriterler uygulanır?
İcra ve İflas Kanunu m. 278 uyarınca borçlunun bağış yolu ile yaptığı tasarruf işlemleri, alacaklıya zarar verdiği ölçüde iptal edilebilir. Mal kaçırma saikiyle yapılan işlemler, özellikle bağış sözleşmeleri üzerinden yürütülüyorsa, bu işlemlerin iptali için alacaklının borçlunun bu tasarrufla kendisini zarara uğrattığını ispatlaması yeterlidir. Kanun bu hâllerde ispat kolaylığı sağlayarak bağış işlemlerini daha sıkı denetime tâbi tutmuştur. Peki bağışın iptali için hangi kriterler göz önünde bulundurulur? Öncelikle, işlemin karşılıksız olması temel bir göstergedir. Borçlunun malvarlığını elden çıkarması, bunu yakın akrabasına devretmesi, devrin ardından malı kullanmaya devam etmesi gibi durumlar bağışın muvazaalı ve kötü niyetli olduğunu gösterebilir. Ayrıca işlem tarihinden itibaren beş yıl içinde açılan davalarda zaman aşımı süresi yönünden bir engel bulunmamaktadır. Kanun burada alacaklının hakkını özel olarak koruma altına almıştır. Bu tür davalarda, işlemin görünürde hukuka uygun olması yeterli değildir; işlemin amacı ve fiilî sonuçları da değerlendirilmelidir. Dolayısıyla, hukuki hizmet kapsamında yapılacak araştırmalar, tapu kayıtları, banka hareketleri, taraf ilişkileri ve tanık beyanları gibi delillerle desteklenerek bağışın gerçek amacı ortaya konulabilir. Bu yolla, mal kaçırmanın önüne geçilmesi ve alacaklının zarara uğraması engellenebilir.
Borçlunun yakınlarına devrettiği taşınmazın tasarrufun iptali davasına konu edilmesi hâlinde ispat yükü nasıl dağılır?
Borçlunun alacaklıyı zarara uğratmak amacıyla taşınmazını bir yakınına devretmesi durumunda, bu devir işlemi tasarrufun iptali davasına konu edilebilir. Bu davada borçlu ile taşınmazı devralan kişi arasındaki ilişki ve işlemin şekli dikkatle incelenir. İİK m. 280 kapsamında, borçlunun yakınlarına yaptığı devirler özel olarak düzenlenmiş ve bu kişilere karşı daha sıkı kurallar getirilmiştir. Bu noktada şu soru gündeme gelir: İspat yükü kimdedir? Yasa koyucu, borçlunun eşi, altsoyu, üstsoyu veya kardeşleri gibi kişilere yaptığı tasarruflarda “alacaklıyı zarara uğratma saikiyle hareket edildiği” varsayımını kabul etmiştir. Bu durumda, işlemde yer alan üçüncü kişinin iyiniyetli olduğunu ve gerçek bir karşılık verdiğini ispat etmesi gerekir. Yani ispat yükü, davalı üçüncü kişiye geçer. Aksi hâlde işlem iptal edilir ve taşınmaz, cebrî icraya konu edilebilir. Yakın akrabalara yapılan taşınmaz devri işlemleri sıkı bir denetim altındadır. Bu tür davalarda avukatlık hizmeti yalnızca şekli prosedürü değil; işlemdeki muvazaanın açığa çıkarılmasını da kapsar. Bu sayede mal kaçırma amacına hizmet eden işlemler iptal edilerek, alacaklının hak ettiği tahsilat imkânı hukuk devleti güvencesi altında temin edilir.
VII-) İcra Suçlarıyla İlgili Meseleler
Taahhüde aykırılık suçu hangi şartlar altında doğar ve savunma stratejileri nasıl geliştirilir?
Taahhüde aykırılık suçu, İcra ve İflas Kanunu’nun 340. maddesinde düzenlenmiş olup, borçlunun icra dairesi huzurunda ödeme taahhüdünde bulunmasına rağmen, bu taahhüdünü haklı bir neden olmaksızın yerine getirmemesi durumunda oluşur. Suçun oluşabilmesi için üç unsurun varlığı gerekir: geçerli bir takip dosyasının bulunması, borçlunun icra dairesi huzurunda yazılı taahhütte bulunması ve bu taahhüdün süresinde yerine getirilmemesi. Bu şartlar oluştuğunda, alacaklı şikâyetçi sıfatıyla icra ceza mahkemesine başvurabilir. Bu bağlamda şu soru doğar: Borçlu savunmasında hangi stratejileri izleyebilir? Borçlu, taahhüdünü yerine getirmemesine neden olan “haklı bir mazereti” belgeleyebilirse cezai sorumluluktan kurtulabilir. Örneğin, ciddi bir hastalık, işten çıkarılma, doğal afet, malvarlığının haciz dışında bir nedenle elden çıkması gibi sebepler bu kapsama girer. Ancak “ödeme gücünün baştan beri bulunmaması” hâli, taahhüdün geçersizliğine değil; suçun oluşmasına engel teşkil edebilir. Bu nedenle savunma, zamanında yapılmalı ve delillerle desteklenmelidir. Savunma süreci, yalnızca cezai sorumluluğun bertaraf edilmesini değil; aynı zamanda borçlunun takibin devamında icra hukukundaki yükümlülüklerini doğru biçimde yerine getirmesini de hedefler. Bu nedenle bir avukat aracılığıyla yapılacak savunma, sadece mahkeme karşısındaki hukuki pozisyonu değil; alacaklı-borçlu dengesini de gözeten bir strateji oluşturmalıdır.
Hileli iflas suçu ile taksirli iflas suçu arasındaki farklar nelerdir ve ceza yargılamasına etkisi nasıl olur?
Hileli iflas suçu (TCK m. 161) ile taksirli iflas suçu (TCK m. 162), borçlunun iflasına sebep olan fiilleriyle ilgili olarak ceza hukukunda yer alan iki farklı suç tipidir. Hileli iflas, borçlunun malvarlığını gizlemek, sahte borçlar yaratmak, belgeleri tahrif etmek veya ticari defterleri kasten usulsüz tutmak gibi kasti eylemlerle iflasa sebebiyet vermesini ifade eder. Buna karşılık taksirli iflas, borçlunun basiretli bir iş insanı gibi davranmaması, özensiz borçlanması, kaynakları aşırı dağıtması gibi dikkatsizlik veya özensizlik sonucu meydana gelen bir ekonomik çöküş durumudur. Bu ayrım ceza yargılaması bakımından önemli sonuçlar doğurur. Hileli iflas suçunda kastın varlığı aranır ve ceza oranı daha yüksektir. Taksirli iflasta ise kusur, bilinçli olmayan eylemlerden kaynaklandığı için daha düşük cezalar öngörülmektedir. Ayrıca hileli iflas suçu şikâyete bağlı değilken, taksirli iflas için suç duyurusu yapılması çoğunlukla iflas davası sonrasında mümkündür. Mahkeme, iflas kararında borçlunun halini açıklarken ceza soruşturmasına gerek olup olmadığını da değerlendirebilir. Savunma bakımından da bu farklar önemlidir. Hileli iflas suçlamasında, kastın ve hile unsurlarının ispatı alacaklıya düşerken, taksirli iflasta borçlunun ekonomik kararlarının yeterli ölçüde özen içermediği değerlendirilmektedir. Bu nedenle avukatlık hizmeti, müvekkilin davranışlarının teknik, ticari ve hukuki bağlamda açıklanmasını sağlayarak, cezai sorumluluğun sınırlandırılmasında belirleyici olur.
Karşılıksız çek düzenleyen kişinin cezai sorumluluğu neye dayanır ve hangi savunmalar ileri sürülebilir?
Karşılıksız çek düzenlenmesi, 5941 sayılı Çek Kanunu’nun 5. maddesi uyarınca özel bir yaptırıma bağlanmıştır. Bu maddeye göre, çek hesabı sahibi gerçek kişi veya tüzel kişi temsilcisi, keşide edilen çekin karşılığının bulunmaması hâlinde, “karşılıksızdır işlemi” görmesi üzerine hakkında adli para cezası ile cezalandırılabilir. Bu ceza, her bir çek yaprağı için ayrı ayrı uygulanır ve çek bedeli kadar adli para cezası öngörülmektedir. Peki, borçlu bu suçlamaya karşı nasıl bir savunma geliştirebilir? Karşılıksız çek düzenlenmesinin yaptırıma bağlanabilmesi için, çekin “süreli” ibraz süresi içinde ibraz edilmesi ve bu tarihte karşılığının bulunmaması gerekir. Borçlu, çekin süresi dışında ibraz edildiğini, karşılık bulunduğu hâlde bankaca işlem yapılmadığını veya çek defterinin kötüye kullanıldığını ileri sürebilir. Ayrıca keşidecinin çek düzenleme yetkisini kötüye kullandığı iddiaları da savunma kapsamına alınabilir. Savunma sürecinde çekin teknik özellikleri (seri numarası, imza bütünlüğü, ödeme yeri) ile birlikte hesap hareketleri, banka yazışmaları ve sözleşme belgeleri önem taşır. Avukat aracılığıyla yürütülecek savunma, hem bu belgelerin eksiksiz sunulmasını sağlar hem de mahkemenin değerlendirme alanını genişleterek adil bir yargılamayı mümkün kılar. Bu sayede suçun oluşup oluşmadığı teknik zeminde tartışılabilir.
İcra ve İflas Kanunu’ndan doğan suçların zaman aşımı süreleri neye göre hesaplanır?
İcra ve İflas Kanunu’ndan doğan suçlar, ceza hukuku bakımından “şikâyete bağlı” veya “re’sen takip edilen” suçlar olarak ikiye ayrılır. Zaman aşımı sürelerinin hesabında Türk Ceza Kanunu’nun genel hükümleri uygulanır. Buna göre basit suçlarda 8 yıl, hapis cezası gerektiren ağır suçlarda 15 yıl gibi zaman aşımı süreleri geçerlidir (TCK m. 66). Örneğin, taahhüde aykırılık suçunda zaman aşımı süresi 8 yıldır. Bu süre nasıl hesaplanır? Suçun işlendiği tarihten itibaren başlar ve herhangi bir kesilme veya durma olmadıkça işlemeye devam eder. Ancak bazı durumlarda suçun öğrenilmesi veya icra dosyasının yeniden aktifleşmesi gibi olaylar zaman aşımını kesebilir. Örneğin, yedieminliği suistimal suçu, fiilin öğrenildiği tarihten itibaren şikâyetle kovuşturulabildiği için öğrenme tarihi önemlidir. Zaman aşımı, savunma stratejilerinde önemli bir unsurdur. Çünkü suçun yasal sürede soruşturulmamış olması hâlinde, mahkeme re’sen düşme kararı vermek zorundadır. Bu nedenle savunma yapan avukat, zaman aşımı süresinin başlangıcını ve kesilme nedenlerini doğru biçimde tespit ederek müvekkil lehine sonuç yaratabilir. Uygulamada, zaman aşımı savunması etkili bir beraat gerekçesi olabilir.
Şikâyete bağlı suçlarda sürelerin kaçırılması hâlinde ne tür sonuçlar doğar?
Şikâyete bağlı suçlar, failin cezalandırılabilmesi için mağdurun yetkili makamlara zamanında başvurması gereken suçlardır. Bu tür suçlarda İcra ve İflas Kanunu başta olmak üzere, Türk Ceza Kanunu m. 73 uyarınca genel şikâyet süresi fiilin ve failin öğrenilmesinden itibaren 6 aydır. Sürenin kaçırılması hâlinde şikâyet hakkı düşer ve savcılık re’sen soruşturma başlatamaz; mahkeme kovuşturma yapamaz. Süre kaçırıldığında ne olur? Şikâyet süresine riayet edilmediği durumlarda, artık ceza davası açılması mümkün değildir. Başlatılmış bir dosya varsa, mahkeme düşme kararı verir. Ancak bazı uygulamalarda, şikâyet süresinin başlangıcının ispatı konusunda taraflar arasında ihtilaf çıkabilir. Bu durumda, öğrenme tarihi mahkeme tarafından delillerle belirlenir ve sürenin geçip geçmediği tespit edilir. Şikâyet sürelerinin kaçırılması telafi edilemeyen hak kaybına yol açar. Bu nedenle şikâyet hakkının zamanında ve geçerli şekilde kullanılması, etkin bir avukatlık hizmetiyle mümkündür. Avukat, fiilin hukuki niteliğini değerlendirerek şikâyet süresini işletir, delilleri toplar ve başvurunun hem şekli hem süresi bakımından geçerli olmasını sağlar. Bu suretle ceza soruşturmasının ön koşulu yerine getirilmiş olur.
VIII-) Dijital Ekonomiye Uyumlu İcra Uygulamalarıyla İlgili Meseleler
Influencer’ların gelirlerine yönelik yapılan haciz işlemleri hangi dijital kaynaklara dayanır?
Son yıllarda sosyal medya içerik üreticileri (influencer’lar) ve dijital platform gelirine dayalı meslek sahiplerinin gelir kaynakları, icra hukuku kapsamında da önem kazanmaya başlamıştır. Bu tür bireylerin gelirleri, geleneksel bordrolu çalışma modelinden farklı olarak dijital ödeme sağlayıcıları, reklam şirketleri, sponsorluk sözleşmeleri ve yayın platformları üzerinden tahsil edilmektedir. İcra daireleri, borçlu hakkında yapılan tahkikatlarda bu kaynakları da dikkate almakta ve haciz işlemlerini bu alanlara yöneltebilmektedir. Peki, hangi dijital kaynaklar bu amaçla kullanılabilir? Uygulamada Google AdSense, Meta (Instagram, Facebook), TikTok, Twitch ve YouTube gibi platformlar üzerinden alınan gelirlerin tespiti mümkündür. Bu gelirlerin tespiti için borçlunun hesap hareketleri, banka dökümleri ve 3. kişilere gönderilen 89/1 haciz ihbarnameleri kullanılır. Ayrıca, ödeme sağlayıcıların Türkiye'deki muhatapları ya da iş ortakları (örneğin ödeme aracılığı yapan bankalar) da bu sürece dahil edilmektedir. Borçlunun e-fatura sistemindeki kayıtları, elektronik reklam sözleşmeleri de önemli delil kaynağıdır. İcra hukukunun bu güncel uygulama alanı, klasik tahsilat yöntemlerinin dijitalleşmesine işaret eder. Avukat desteği ile yürütülecek bu süreçte, sadece dijital kazancın tespiti değil; bu gelirin hukuka uygun biçimde haczedilmesi ve tahsilatın zamanında yapılması da güvence altına alınır. Bu sayede yeni ekonomi alanlarında gelir elde eden borçluların da hukuki takibe tabi olması sağlanır ve tahsilat imkânları çeşitlenmiş olur.
Dijital platformlardan elde edilen gelirlerin haczedilebilirliği klasik gelir türleriyle nasıl karşılaştırılır?
Dijital platformlardan elde edilen gelirler, mahiyet itibarıyla sürekli ve düzenli gelir sağlayan “aylık ödemeler” şeklinde gerçekleştiğinde, İcra ve İflas Kanunu uyarınca maaş veya serbest meslek geliri gibi hacze konu edilebilir. Ancak bu gelirlerin çoğu zaman doğrudan bordroya dayanmaması, gelir belgesi veya işveren tanımı içermemesi, klasik ücret gelirlerine kıyasla haciz sürecini daha karmaşık kılar. Yine de bu gelirlerin banka hesaplarına yansıması, haciz tatbiki açısından temel dayanak oluşturur. Bu çerçevede, klasik maaş gelirinden farkı nedir? Klasik gelirlerde işveren tanımı, SGK kaydı ve bordro bilgileri kolayca ulaşılabilirken; dijital platform gelirleri çoğu zaman üçüncü ülke merkezli şirketlerden sağlanmakta, düzenli olmayabilmekte ve vergi kaydına konu edilmemektedir. Ancak banka hareketleri, ödeme bildirimleri ve dijital sözleşmeler bu gelirlerin haczedilmesini mümkün kılar. Bu nedenle, dijital gelirler, nitelik itibarıyla farklı olsa da hacze elverişlidir. Dijital platform gelirlerinin haczi, teknolojik ve mali analiz bilgisiyle icra hukukunun birleştirilmesini gerektiren yeni bir uzmanlık alanı oluşturmuştur. Avukat aracılığıyla yapılan takip işlemleri, borçlunun gelir kaynağının türü ne olursa olsun, tahsilatın hukuka uygun biçimde gerçekleştirilmesini sağlar. Bu yönüyle dijitalleşme, sadece ekonomik yaşamı değil; icra hukuku uygulamalarını da dönüştürmektedir.
89/1 haciz ihbarnameleri dijital ödeme platformlarına gönderilebilir mi?
İcra ve İflas Kanunu m. 89’a göre, üçüncü kişilerin elinde borçluya ait mal, hak veya alacak bulunduğu şüphesi hâlinde icra müdürlüğü aracılığıyla bu kişilere haciz ihbarnamesi gönderilebilir. Bu hüküm dijital ödeme platformları için de geçerlidir. Özellikle dijital yayın ve içerik üreticilerinin gelir akışında rol oynayan platformlar ve ödeme sağlayıcıları, 3. kişi sıfatıyla 89/1 haciz ihbarnamesine muhatap olabilir. Peki, yabancı merkezli dijital firmalara haciz ihbarnamesi nasıl ulaştırılır? Türkiye’de şubesi, temsilciliği veya iş ortağı bulunan dijital platformlara doğrudan haciz ihbarnamesi gönderilebilir. Örneğin, YouTube gelirleri için Google’ın Türkiye’deki iş ortaklarına, Twitch için ödeme yapan kuruluşlara, dijital cüzdan sağlayıcılarına bu ihbarnameler ulaştırılarak borçlu adına ödeme yapılmaması istenir. Bu ihbarnameler tebliğ edildiğinde, ödeme yapılması hâlinde 3. kişi sorumluluğu doğabilir. Haciz ihbarnamesinin etkinliği, ödeme kanallarının ve ticari işleyişin iyi analiz edilmesine bağlıdır. Avukat aracılığıyla yürütülen takiplerde, bu platformların Türkiye’deki faaliyet yapısı, sözleşme ilişkileri ve yasal temsilcileri detaylı olarak incelenir. Böylece 89/1 ihbarnamesi sadece gönderilmekle kalmaz; tahsilat sürecinin gerçek anlamda bir parçası hâline gelir.
Kripto varlıklar icra hukuku kapsamında nasıl değerlendirilmelidir?
Kripto varlıklar (Bitcoin, Ethereum, vb.), Türk hukukunda hâlen açıkça tanımlanmış bir hukukî statüye sahip olmamakla birlikte, malvarlığı unsuru olarak kabul görmeye başlamıştır. Bu nedenle icra hukuku bağlamında kripto varlıkların haczi mümkündür. Özellikle Yargıtay içtihatlarında, paraya çevrilebilen ve ekonomik değer taşıyan her şeyin haczedilebileceği yönündeki yorumlar, kripto varlıkların da haczedilebilir olduğunu göstermektedir. Ancak kripto varlıkların haczinde en büyük sorun bunların fiziki bir yer veya merkezi kayıt sistemi olmamasıdır. Bu durum icra işlemlerini teknik olarak zorlaştırır. Borçlunun dijital cüzdan bilgilerine ulaşılmadığı sürece fiilî haciz tatbik edilemez. Ancak borçlunun cüzdanlarına bağlı banka hesap hareketleri, borsa üyelikleri veya dijital platformlardaki işlemleri izlenerek, bu varlıklara yönelik haciz kararı alınabilir. Mahkemeler, icra mahkemeleri ve teknik bilirkişiler eşliğinde dijital cüzdanlara el koyma veya transfer engelleme kararları verebilir. Kripto varlıkların takibi ve haczi, teknolojik bilgiye ve dijital iz sürme becerisine dayalı özel bir ihtisas alanı hâline gelmiştir. Avukat aracılığıyla yürütülecek süreçlerde, kripto para borsalarına yazılar yazılarak cüzdanların bloke edilmesi, 89/1 haciz ihbarnamesi gönderilmesi gibi işlemler yapılabilir. Bu yöntemle, kripto varlıkların da geleneksel malvarlığı unsurları gibi tahsilat konusu hâline gelmesi mümkün kılınır.
Borçlunun dijital cüzdanında bulunan varlıklar üzerinde haciz tesis edilebilir mi?
Dijital cüzdanlar, özellikle kripto para varlıklarının saklandığı elektronik ortamlardır ve borçlunun bu tür varlıklara erişimi olduğu sürece, bu cüzdanlar üzerindeki varlıkların ekonomik değeri bulunmaktadır. Türk hukuku, doğrudan dijital cüzdan tanımına yer vermese de, İcra ve İflas Kanunu kapsamında “paraya çevrilebilecek tüm malvarlığı değerleri” hacze konu olabilir. Bu nedenle dijital cüzdanda bulunan kripto paraların haczi hukuken mümkündür; ancak pratikte bazı engeller söz konusudur. En büyük engel, dijital cüzdanlara yalnızca borçlunun sahip olduğu özel anahtar (private key) ile erişilebilmesidir. Bu anahtar ele geçirilmeden, icra müdürlüğü veya mahkeme kararıyla dahi cüzdana müdahale edilmesi mümkün olmayabilir. Ancak borçlunun kripto para borsasında bulunan hesaplarına yazı yazılarak, borsa cüzdanlarındaki varlıklara el konulabilir ve bu varlıklar hakkında ihtiyati tedbir ya da haciz uygulanabilir. Böylece dijital cüzdana doğrudan değil, dolaylı olarak erişim sağlanmış olur. Bu nedenle, dijital cüzdanların içeriğinin haczi, teknik uzmanlık ve hukuki değerlendirmeyi birlikte gerektirir. Avukat aracılığıyla yapılan işlemlerde, kripto para borsalarının temsilcileriyle yazışmalar, bilirkişi desteği ve ihtiyati tedbir kararları ile borçlunun dijital varlıklarına erişim sağlanabilir. Bu tür haciz işlemleri, icra hukukunun dijitalleşen malvarlığı unsurlarına uyum sağladığının göstergesi niteliğindedir.
IX-) Diğer Nazarî ve Tatbikî Meseleler:
İcra müdürlüklerinin kıymet takdirinde tarafsızlığı nasıl sağlanır?
Kıymet takdiri, cebrî icra sürecinde satışa konu taşınır veya taşınmazın değerinin tespit edilmesi işlemidir. Bu süreç, İcra ve İflas Kanunu’nun 87 ve 128/a maddeleri çerçevesinde düzenlenmiştir. Kıymet takdirinin tarafsızlık ve objektiflik esaslarına uygun yürütülmesi, hem borçlunun mülkiyet hakkı hem de alacaklının tahsil hakkı bakımından hukuken koruma altındadır. Bu dengeyi sağlamakla yükümlü olan icra müdürlüğü, bilirkişi seçimini dikkatli yapmalı ve tarafların beyanlarını gözeterek işlemleri gerçekleştirmelidir. Tarafsızlık nasıl denetlenir? Bilirkişinin taraflarla sosyal, hukuki veya ekonomik bir ilişkisinin bulunmaması, adaletin gerçekleşmesi bakımından elzemdir. Borçlu veya alacaklının itirazı hâlinde icra mahkemesi nezdinde kıymet takdirinin iptali ve yeni bilirkişi tayini talep edilebilir. Yargıtay kararlarında da kıymet takdirinin objektifliği konusunda “emsal fiyatlara uygunluk”, “piyasa araştırmasının yeterliliği” ve “taraflara tebliğin yapılmış olması” gibi ölçütler esas alınmaktadır. Kıymet takdiri işlemi sadece teknik bir raporlama faaliyeti değil; usule uygunluk, şeffaflık ve denetlenebilirlik ilkelerinin somutlandığı bir aşamadır. Bu nedenle, avukat desteğiyle sürecin izlenmesi, tarafsızlığın gözetilmesi ve olası usulsüzlüklere karşı başvuru yollarının etkin biçimde kullanılması gerekir. Böylece hem satış işlemi hem de tahsilat süreci hukuka uygun bir zeminde ilerler.
İcra takiplerinde vekâlet ücretinin tahsili hangi usullere göre gerçekleşir?
İcra takibinde, alacaklının avukat aracılığıyla başvuru yapması durumunda, avukatlık ücreti de borçluya yükletilen yasal kalemler arasında yer alır. Bu ücret, Avukatlık Kanunu ve Türkiye Barolar Birliği tarafından her yıl yayımlanan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi çerçevesinde belirlenir. Takip sonunda borçtan sorumlu olan taraf, yargı mercileri tarafından hükmedilen yasal vekâlet ücretini karşılamakla mükelleftir. Bu kapsamda vekâlet ücreti nasıl tahsil edilir? İlâmsız takipte avukat, ödeme emrinde vekâlet ücretini talep edebilir ve takip alacağına bu bedeli ekleyebilir. İlâmlı takiplerde ise mahkemece hükmedilen vekâlet ücreti ilâmda yer alır ve doğrudan icra takibine konu olabilir. Vekâlet ücreti yalnızca vekil sıfatına haiz avukata ödenir ve alacaklı bizzat takip yapmışsa bu kalem tahsil edilemez. Ayrıca takip sırasında mahkemeden hükmedilen vekâlet ücretiyle birlikte takip vekâlet ücreti talep edilemez; ikisi arasında seçim yapılmalıdır. Vekâlet ücreti, yalnızca bir avukatlık hizmet bedeli değil; icra takibinde profesyonel hukuki destek almanın mali sonucudur. Bu kalemin doğru ve usule uygun şekilde takip dosyasına eklenmesi, tahsilat sürecinde herhangi bir usul engeliyle karşılaşmamak için avukat gözetiminde yürütülmelidir. Bu sayede, avukatlık mesleğinin emeği korunur ve borçluya yüklenen gider kalemlerinin yasaya uygunluğu sağlanır.
Kamu alacakları ile özel hukuk alacakları arasındaki tahsilat önceliği nasıl belirlenir?
Kamu alacakları, devletin ve kamu tüzel kişiliklerinin vergi, resim, harç, ceza, sigorta primi gibi gelirlerinden doğan alacaklardır. 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun (AATUHK), bu alacakların öncelikle tahsilini düzenler. Özel hukuk alacakları ise bireyler veya şirketler arasında doğan sözleşmesel, haksız fiil veya sebepsiz zenginleşme kaynaklı borç ilişkilerinden doğar. Bu iki alacak türü, cebrî icra sürecinde birbirleriyle çakıştığında tahsil önceliği meselesi ortaya çıkar. Tahsil önceliği nasıl belirlenir? AATUHK m. 21’e göre, kamu alacakları taşınır mallar bakımından öncelikli tahsil hakkına sahiptir. Ancak taşınmaz mallar için bu öncelik geçerli değildir; burada 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun hükümleri devreye girer ve rehinli alacaklıların önceliği tanınır. Rehinli alacaklıdan sonra, kamu alacakları sıraya girer. Ancak malın satışından elde edilen bedel kamu alacağına yetmiyorsa, tahsilat yapılamaz ve kalan alacak için borçluya karşı takip sürdürülür. Bu karmaşık öncelik yapısı, özellikle iflas masasındaki sıralamaları, hacizlerdeki paylaştırmaları ve sıra cetvelindeki yerleri doğrudan etkiler. Avukatlık desteğiyle yürütülen takiplerde, alacak türü, tahsil kabiliyeti ve öncelik sırası teknik olarak değerlendirilmeli ve sürecin sağlıklı ilerlemesi için hukuki planlama yapılmalıdır. Aksi hâlde, alacaklı hak ettiği payı alamayabilir veya son sıraya düşebilir.
İhtiyati haciz kararları kesin hacze dönüşmediğinde ne tür sonuçlar doğar?
İhtiyati haciz, henüz kesinleşmemiş bir alacak için alacaklının borçlunun malvarlığına geçici olarak el koymasını sağlayan önlem niteliğindedir. İcra ve İflas Kanunu m. 257 vd. kapsamında düzenlenen bu tedbir, borçlunun mal kaçırmasını önlemek amacıyla başvurulan etkili bir yöntemdir. Ancak bu tedbirin sürdürülebilirliği, asıl alacağın mahkemede açılan davada hükme bağlanmasına ve kararın icra edilebilir hâle gelmesine bağlıdır. Peki, ihtiyati haciz hangi hâllerde hükümsüz kalır? Alacaklı, ihtiyati haciz kararını aldıktan sonra yasal süresi içinde (7 gün) asıl alacak için dava açmazsa veya açtığı dava reddedilirse, ihtiyati haciz hükümsüz olur. Ayrıca mahkeme tarafından teminat şartı getirilmişse ve alacaklı bu teminatı yatırmazsa, haciz kararı uygulanamaz. Borçlu da bu sürelerin geçmesinden sonra icra mahkemesine başvurarak haczin kaldırılmasını talep edebilir. İhtiyati haciz etkili bir güvence aracı olmakla birlikte, şekli koşullara sıkı sıkıya bağlıdır. Bu sürecin kesintisiz ve doğru biçimde yürütülmesi, profesyonel bir hukuk bürosu tarafından yapılacak takip ile mümkün olabilir. Aksi takdirde, haciz kararı boşa düşer ve borçlunun malvarlığı üzerindeki koruma zayıflar.
Maaş haczinde işverenin ödeme yükümlülüğü yerine getirilmezse hukuki ve cezai sorumluluğu doğar mı?
Maaş haczi, borçlunun çalıştığı kurumdan alınan maaşının belirli bir kısmının icra dairesi aracılığıyla kesilerek alacaklıya ödenmesini sağlayan bir cebrî icra yöntemidir. Bu işlemde işveren, icra müdürlüğünden gelen haciz yazısı doğrultusunda maaştan kesinti yapmak ve bu kesintiyi icra veznesine yatırmakla yükümlüdür. Bu yükümlülük, işverenin kamu görevi gibi sorumluluk taşımasına yol açar. Peki, işveren bu yükümlülüğünü ihlâl ederse ne olur? İcra ve İflas Kanunu m. 356’ya göre, işverenin bu yükümlülüğü yerine getirmemesi hâlinde, 3. kişi sıfatıyla sorumluluğu doğar ve alacaklı, işveren aleyhine icra takibi başlatabilir. Ayrıca borcun zamanında tahsil edilememesi hâlinde işveren tazminat sorumluluğuyla karşı karşıya kalabilir. Eğer bu yükümlülüğün ihlâli kasıtlı ise, dolandırıcılık, görevi ihmal veya suistimal gibi suçlar bakımından ceza soruşturmasına da konu olabilir. İşverenin icra yazısına kayıtsız kalması, sadece alacaklıyı değil; aynı zamanda hukukun cebrî icra gücünü de etkisiz kılar. Bu nedenle maaş haczi işlemlerinde işverenin bilgilendirilmesi, icra takibinin eksiksiz yürütülmesi ve yasal yükümlülüklerin açıkça bildirilmesi gerekir. Avukat desteğiyle sürdürülen takiplerde, işverenin direnci veya ihlâli hâlinde gerekli işlemler zamanında yapılır ve alacaklı menfaatleri korunmuş olur.
Alacaklının sıraya yazılma hakkı ile rehinli alacaklı olma hakkı arasında nasıl bir öncelik ilişkisi vardır?
İcra hukuku kapsamında alacaklıların tahsilat sırasında sıraya alınması, haklarının etkili biçimde korunması bakımından büyük önem taşır. İcra ve İflas Kanunu'nda bu sıra, alacak türlerine ve teminat durumuna göre belirlenir. Rehinli alacaklılar, alacaklarını rehne konu malın satışından öncelikli olarak tahsil ederler. Sıra cetveli oluşturulurken, rehinli alacaklıların önceliği mutlak bir tahsil hakkı doğurur ve bu hak, cebrî icranın eşitlik ilkesine istisna oluşturur. Peki, sıraya yazılma hakkı ile rehinli alacak hakkı çatışırsa hangisi önceliklidir? Hâlbuki rehin hakkı, aynî nitelikte bir güvence olup, sadece alacağın miktarını değil; tahsil sırasını da garanti eder. Bu nedenle rehinli alacaklı, taşınmazın satışından elde edilen bedel üzerinde öncelikli hak sahibidir. Ancak rehinle temin edilmeyen alacaklılar da, sıra cetveline itiraz hakkı çerçevesinde kendi önceliklerini savunabilirler. Rehin açığı doğarsa, bu kısım için alacaklı sıraya yazılmak durumundadır. Bu bağlamda, avukat tarafından yapılan tetkik ve başvurular, alacaklının rehinli olup olmadığına göre sırasının doğru belirlenmesini sağlar. Ayrıca hatalı düzenlenmiş sıra cetveline karşı açılacak dava, yalnızca tahsilat sırasını değil; alacaklının cebrî icradan etkili biçimde istifadesini de mümkün kılar. Neticede, öncelik hakkı, sadece sırada değil; tahsilatın gerçekliği bakımından da belirleyicidir.
Borçlu ile alacaklı arasında yapılan protokol, icra takibini ne ölçüde etkiler?
Borçlu ile alacaklı arasında yapılan ödeme planı, yapılandırma sözleşmesi veya sulh protokolü gibi anlaşmalar, icra takibinin hem sürecini hem de hukuki mahiyetini etkileyebilir. Bu tür protokoller, çoğu zaman borcun taksitlendirilmesi, feragat, kısmi ödeme veya borcun tenzili gibi hükümler içerebilir. İcra takibinin dayanağını oluşturan borç ilişkisi bu protokolle yeniden şekillendiği takdirde, takipte yeni şartların dikkate alınması gerekebilir. Ancak her protokol takibi sona erdirir mi? Hâlbuki protokolün içeriği ve tarafların iradesi burada belirleyicidir. Taraflar açıkça takibin durdurulmasını kararlaştırmamışsa, protokol takibe engel teşkil etmez. Aynı şekilde, takibe konu borcun tamamı protokolde ödenmiş olsa bile, icra dosyasında işlem yapılmadığı takdirde haciz ve satış işlemleri devam edebilir. Bu nedenle protokolün icra dairesine sunulması ve gerekli feragat veya ödeme belgelerinin ibrazı şarttır. Avukatlık desteğiyle hazırlanacak protokol, yalnızca taraflar arasındaki borç ilişkisinin yeniden düzenlenmesini değil; icra dosyasına etkilerinin teknik ve usule uygun biçimde yönetilmesini sağlar. Bu sayede takipten feragat, dosyanın işlemden kaldırılması veya takibin durdurulması gibi işlemler eksiksiz ve hukuka uygun biçimde gerçekleştirilmiş olur.
Haciz işlemi yapılmadan taşınmaz satışa çıkarılabilir mi ve hangi hâllerde mümkündür?
İcra ve İflas Kanunu uyarınca bir taşınmazın satışa çıkarılabilmesi için öncelikle haciz işleminin uygulanmış olması gerekir. Haciz, cebrî icra hukuku bakımından satışa geçişin hukuki ön koşuludur. Haciz olmadan taşınmazın satışı yapılamaz, çünkü haciz, borçlu malvarlığının cebrî tahsilat sistemine dâhil edilmesi anlamına gelir. Ancak bu kuralın bazı istisnaları mevcuttur. İstisna hangi durumlarda ortaya çıkar? Özellikle rehinli alacaklılar, taşınmaz rehni kapsamında satış talebinde bulunurken, haciz işlemi olmaksızın doğrudan “paraya çevirme yoluyla takip” yapabilirler (İİK m. 149). Bu durumda, rehnin paraya çevrilmesi yoluyla satış mümkündür; çünkü taşınmaz zaten teminat altındadır ve ayrıca haciz işlemi yapılmasına gerek kalmaz. Ayrıca iflas masasına dahil edilen mallar bakımından da bireysel haciz aranmaz; masa kararıyla satış süreci başlatılabilir. Bu yönüyle satışın usule uygunluğu, takibin türüne ve teminata dayalı olup olmadığına göre değişiklik gösterir. Avukatlık hizmeti, taşınmaz satışının hangi takip türü kapsamında yürütüleceğini belirlemede ve gerekli usul işlemlerinin tamamlanmasında yönlendirici rol oynar. Aksi takdirde, usulsüz bir satış, ihalenin feshi davasına konu olabilir ve tahsilatın tümü zora girebilir.
İflasın ertelenmesi sisteminden konkordatoya geçişin uygulamadaki etkileri nelerdir?
İflasın ertelenmesi, 2003–2016 yılları arasında yürürlükte olan, borçlu şirketlerin iflas tehdidinden korunarak yeniden yapılandırılmasına olanak tanıyan bir kurumdu. Ancak bu sistemin kötüye kullanılması, suistimallerin artması ve ekonomik güvenliği zedelemesi nedeniyle 2016 yılında tamamen yürürlükten kaldırılmış ve yerine konkordato mekanizması daha etkin biçimde düzenlenmiştir. Konkordato, hem alacaklıların hem de borçluların menfaatini dengeleyen, yargı denetiminde yürütülen şeffaf bir yapı sunar.
Geçişin etkisi ne olmuştur? İflasın ertelenmesi sürecinde mahkemeye tek taraflı başvuru yeterli olurken, konkordatoda alacaklıların onayı ve mahkemenin tasdik şartları vardır. Bu da borçlunun keyfî biçimde süreci kötüye kullanmasının önüne geçmiştir. Ayrıca konkordato komiseri atanması, denetim raporları, mühlet uygulamaları ve alacaklı sınıflandırmaları ile birlikte alacaklıların sürece aktif katılımı sağlanmıştır. Bu yönüyle daha kolektif ve denetlenebilir bir yapı inşa edilmiştir. Uygulamada ise bu geçiş, profesyonel hukuki danışmanlık gerektiren daha karmaşık bir süreci beraberinde getirmiştir. Avukatlık desteği olmaksızın konkordato başvurusunun şekli ve içerik yönünden eksiklik taşıması, dosyanın reddine yol açmaktadır. Dolayısıyla iflasın ertelenmesinin keyfîliğine karşı, konkordato daha kurumsal, şeffaf ve adil bir yeniden yapılandırma modeli sunmaktadır.
Haciz işleminde cebrî müdahale ile özel hayatın gizliliği arasındaki anayasal sınırlar nasıl belirlenmelidir?
Haciz işlemi, devletin cebrî icra gücüyle borçlunun malvarlığına doğrudan müdahalesini ifade eder. Bu müdahale, Anayasa’nın 35. maddesinde korunan mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamına gelir. Ancak haciz uygulaması, aynı zamanda Anayasa’nın 20. maddesiyle güvence altına alınan özel hayatın gizliliği ilkesine de müdahale riski taşır. Özellikle konutta haciz yapılması hâlinde, bu iki hak arasında hassas bir denge kurmak gerekir. Peki, bu sınır nasıl çizilir? Haciz işleminin özel hayatı ihlâl etmemesi için, öncelikle usulüne uygun tebligat yapılmış olması ve icra memurunun yetki sınırları dışına çıkmaması gerekir. Ayrıca, konut haczinde borçlunun rızası yoksa, icra mahkemesinden alınacak “konutta haciz kararı” zorunludur (İİK m. 82/son). Mahkeme bu kararı verirken, alacaklının menfaatini borçlunun mahremiyet hakkı ile dengelemelidir. Aksi hâlde yapılan haciz işlemi hukuka aykırı hâle gelir ve doğrudan iptal edilebilir. Cebrî icra hukukunun amacı alacağın tahsilidir; ancak bu tahsilat, bireyin temel hak ve özgürlüklerine aykırı biçimde yürütülemez. Bu nedenle avukat gözetiminde yürütülen haciz işlemleri, hem icra müdürlüğünün sınırlarını hem de Anayasa ile getirilen temel hak güvencelerini gözetmek açısından önemlidir. Böylece mülkiyet hakkı ile mahremiyet hakkı arasında adil bir denge sağlanmış olur.
İcra ve İflas Hukuku, borçlunun borcunu ödememesi durumunda alacaklının devletin cebrî icra gücü aracılığıyla hakkını elde etmesini sağlayan kamu hukuku dalıdır. Haciz, iflas, konkordato, rehin, tasfiye gibi birçok önemli müesseseyi içerir. 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu ile düzenlenen bu alan, yalnızca bireysel alacak ilişkilerini değil, aynı zamanda ekonomik yapının şeffaflığını ve sürdürülebilirliğini güvence altına alan temel bir hukukî mekanizma olarak işlev görür.
İcra ve İflas Hukuku Bölümü