Sulh Ceza Hâkimlikleri Nezdinde Tutukluluk Talebiyle Sevk Edilen Şüphelilerin Müdafiliği
Sulh Ceza Hâkimliği'ne tutuklama talebiyle sevk edilen şüphelilerin müdafiliği, yalnızca temsil değil; kişi hürriyetini koruma amacı güden, tutuklama şartlarının somut olayda oluşmadığını gerekçeli şekilde ortaya koyan, etkili ve delillere dayalı bir savunma sorumluluğunu da içerir.
Ceza muhakemesi sisteminde, tutuklama kararı, kişi hürriyetine yapılan en ağır müdahalelerden biridir. Bu nedenle tutuklama, ancak sıkı şartlar dâhilinde ve istisnai bir tedbir olarak uygulanabilir. Soruşturma evresinde şüphelinin Sulh Ceza Hakimliği’ne sevki ve hakkında tutuklama talebinde bulunulması hâlinde, müdafinin görevi yalnızca bir temsil işlevi değil, aynı zamanda kişi hürriyetinin korunmasına yönelik etkili bir savunma mekanizmasının işletilmesidir.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesi, tutuklama tedbirinin ancak belirli koşulların gerçekleşmesi hâlinde uygulanabileceğini açıkça düzenlemektedir. Bu kapsamda, kuvvetli suç şüphesinin varlığı, bir tutuklama nedeninin bulunması ve ölçülülük ilkesi doğrultusunda tutuklamanın zorunlu olması gereklidir. Müdafii, bu üçlü koşulun somut olayda oluşmadığını gerekçeli şekilde ortaya koymakla yükümlüdür. Savunma, yalnızca şüphelinin masumiyetine değil, tutuklama önleminin gereksizliğine ve ölçüsüzlüğüne de odaklanmalıdır.
Sulh Ceza Hakimlikleri, soruşturma evresinde özgürlükler üzerinde doğrudan etkili kararlar vermesi nedeniyle eleştirilere açık bir pozisyonda bulunmaktadır. Bu nedenle, müdafinin rolü hem bireysel savunmayı gerçekleştirmek hem de hâkimin denetim yetkisini hukuk devleti ilkesi çerçevesinde kullanmasını sağlamak yönünden büyük önem arz eder. Müdafii, müvekkilinin lehine olan delillerin dosyaya kazandırılmasını sağlamak, tutuklama tedbirinin zorunlu olmadığını gösterir koşulları ortaya koymak ve hukukî argümanlarla mahkemeyi ikna etmek durumundadır.
Tutuklama tedbirine karşı yapılacak savunma yalnızca soyut itirazlardan ibaret olmamalı; bunun yerine, koruma tedbirinin istisnai mahiyetine işaret eden yargı içtihatlarına uygun biçimde delillere dayanan, sistematik ve gerekçeli bir sunumla desteklenmelidir. Söz gelimi, kaçma şüphesine ilişkin somut olguların bulunmadığı, delil karartma imkânının fiilen sona erdiği ya da şüphelinin sabit ikametgâhı, düzenli yaşamı ve sosyal bağlarının güçlü olduğu gibi hususlar ayrıntılı şekilde ileri sürülmelidir.
Alternatif koruma tedbirlerinin savunma kapsamında sunulması, tutuklama dışı seçeneklerin değerlendirilmesini zorunlu hâle getirir. Yurt dışına çıkış yasağı, adli kontrol tedbirleri, imza yükümlülüğü gibi seçeneklerin etkili biçimde anlatılması hâlinde, mahkemelerin tutuklama yerine bu tedbirlere yönelmesi sağlanabilir. Bu yaklaşım, ceza yargılamasının “minimum müdahale ilkesi” ile uyum içindedir. Müdafii, bu tür tedbirlerin somut olayda yeterli koruma sağlayacağını açıklamalı ve mahkemeyi ikna etmelidir.
Yargı uygulamasında bazı durumlarda, şüpheli hakkında yalnızca soyut gerekçelerle tutuklama kararı verildiği gözlemlenmektedir. Oysa, yargı mercileri tarafından verilen her tür koruma tedbiri kararının açık, somut ve denetlenebilir gerekçelere dayanması gereklidir. Aksi hâlde, kişi hürriyeti üzerinde keyfi sınırlamalara neden olunabilir. Müdafi, mahkemeden talep edilen tedbirin gerekçelendirme yükümlülüğünü hatırlatmalı ve bu yönde etkili bir denetim gerçekleştirmelidir.
Bölge Adliye Mahkemeleri Ceza Daireleri, ilk derece mahkemelerinin verdiği tutuklama kararlarını istinaf incelemesi kapsamında değerlendirmekte ve sıklıkla gerekçesiz, ölçüsüz ve delillerle desteklenmeyen tutuklama kararlarını kaldırmaktadır. Bu uygulamalar, tutuklama tedbirinin keyfî şekilde değil; somut koşullar çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği yönündeki genel yargı yaklaşımını da pekiştirmektedir.
Yargıtay da yerleşik içtihatlarında tutuklamanın “son çare” (ultima ratio) olarak kullanılması gerektiğini, özellikle sabit ikametgâhı bulunan, delilleri karartma ihtimali kalmamış şüpheliler bakımından bu tedbirin uygulanmasının hukuka aykırı olabileceğini belirtmektedir. Müdafi, bu içtihat çizgisine uygun şekilde, tutuklamanın ölçüsüz ve gereksiz olduğunu ileri sürmeli, adli kontrol gibi daha hafif tedbirlerin uygulanabilirliğini somutlaştırmalıdır.
Anayasa Mahkemesi, bireysel başvurularda verdiği kararlarda, tutuklamanın Anayasa’nın 19. maddesinde düzenlenen kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına müdahale teşkil ettiğini ve bu müdahalenin ancak “hukuka uygunluk”, “ölçülülük” ve “gerekçelilik” şartları çerçevesinde haklılaştırılabileceğini vurgulamaktadır. Bu bağlamda, müdafilerin AYM içtihatlarına dayanan hak temelli savunma stratejileri geliştirmesi, tutuklamanın önlenmesi veya kaldırılması bakımından etkili olmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına göre, kişi özgürlüğünün kısıtlanması ancak istisnai hâllerde ve sıkı denetime tâbi olacak şekilde meşru kabul edilmektedir. AİHM, tutuklamaya ilişkin kararların yüzeysel ve klişe gerekçelere dayandırılmasını, Sözleşme’nin 5. maddesi kapsamında kişi özgürlüğüne yapılan ihlal olarak değerlendirmektedir. Bu noktada, müdafinin savunmasında bu içtihatlardan faydalanması, uluslararası insan hakları standartlarının ulusal hukukla bütünleşmesini sağlamaktadır.
Sulh Ceza Hakimlikleri nezdinde tutukluluk talebiyle sevk edilen şüphelilerin müdafiliği, yalnızca temsil görevi değil; aynı zamanda özgürlük hakkının korunmasına yönelik stratejik bir savunma sürecidir. Bu süreçte yapılacak hukuki müdahale, hem iç hukuk normları hem de anayasal ve uluslararası güvenceler çerçevesinde şekillenmeli; tutuklama tedbirinin mutlak surette istisnai olduğunun altı çizilerek savunma buna göre yapılandırılmalıdır.