İş Kazasından Kaynaklı Suçlar

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, işverenin ve çalışanların yükümlülüklerini belirleyerek iş kazalarını önlemeye yönelik tedbirlerin ihlali durumunda hukuki ve cezai sorumluluk getirir.

I-) Önlem Almama Nedeniyle Cezai Sorumluluk:

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, işyerlerinde sağlıklı ve güvenli bir çalışma ortamı oluşturmak amacıyla işverenin ve çalışanların yükümlülüklerini ayrıntılı şekilde düzenlemiştir. Bu bağlamda, iş kazalarının önlenmesine yönelik alınması gereken tedbirlerin yerine getirilmemesi durumunda hukuki ve cezai sorumluluk doğmaktadır. Bu mükellefiyetlerin ihlali sadece idari yaptırımlara değil, bazı hallerde Türk Ceza Kanunu kapsamındaki cezaî sorumluluğa da neden olabilmektedir.

I.1-) İşverenin Genel Yükümlülüğü (6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu m. 4):

İşveren, çalışanların işle ilgili sağlık ve güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Bu mükellefiyet, mesleki risklerin önlenmesi, eğitim ve bilgilendirme faaliyetleri ile uygun organizasyonun yapılmasını kapsar. İşveren, risk değerlendirmesi yapmak ve gerekli koruyucu önlemleri almak zorundadır. Şayet yasada tanımlanan yükümlülüklerin ihlali sonucunda iş kazası meydana gelirse, işveren ihmalen taksirle yaralama veya ölüme neden olma suçlarından yargılanabilir (TCK m. 85, 89).

İşverenin bu genel yükümlülüğü, yalnızca işçinin doğrudan maruz kalabileceği fiziki tehlikelerle sınırlı olmayıp; aynı zamanda psikososyal riskler, ergonomik sorunlar, kimyasal maruziyet, iş ekipmanlarının düzenli kontrolü ve bakımının yapılması gibi geniş bir alanı kapsamaktadır. Kanun, işverenin bu mükellefiyetleri bizzat yerine getirmesini beklemekte; herhangi bir organizasyon değişikliği, taşeron ilişkisi veya üçüncü kişilere devredilen hizmetler, işverenin asli sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısıyla, alt işveren-üst işveren ilişkisi içinde dahi, asıl işverenin gözetim borcu ve denetim yükümlülüğü devam eder. Bu bağlamda işverenin en önemli yükümlülüklerinden biri, işyerinde kapsamlı bir risk değerlendirmesi yapmaktır. Risk değerlendirmesi, sadece teorik bir belge hazırlığı değil; tüm çalışma süreçlerinin tehlike analizini içeren, pratik önlem planları üreten ve uygulamaya yönelik olan canlı bir süreçtir. İşyerinde tespit edilen her risk unsuru için uygun teknik, organizasyonel veya bireysel koruyucu tedbirlerin belirlenmesi ve hayata geçirilmesi gerekir. Risklerin varlığı bilindiği hâlde herhangi bir önlem alınmamışsa ve bu ihmalkârlık neticesinde bir iş kazası yaşanmışsa, ceza hukuku bağlamında bu durum failin kusurunu açıkça ortaya koyar.

Ayrıca işverenin, çalışanların iş sağlığı ve güvenliği konusunda eğitimi ve bilgilendirilmesi yükümlülüğü de yaşamsal öneme sahiptir. Yeni işe başlayan bir çalışanın işyerindeki tehlikeler hakkında bilgilendirilmemesi ya da deneyimsiz olduğu hâlde yüksek riskli bir işe yönlendirilmesi, öngörülebilir zararların doğmasına yol açabilir. Eğitim faaliyetleri süreklilik arz etmeli, teknolojik yenilikler ve iş ekipmanlarındaki değişiklikler doğrultusunda güncellenmelidir. Yargı organları, eğitimin sağlanıp sağlanmadığını değil, eğitimin yeterli, anlaşılır ve uygulamaya uygun olup olmadığını da denetlemektedir.

İşveren ayrıca, işyerinde yürütülen faaliyetlerin iş sağlığı ve güvenliği yönünden gözetimini sağlamakla da yükümlüdür. Bu bağlamda işverenin, yalnızca kurallar koymakla yetinmeyip, bu kuralların uygulamada da etkili biçimde yürütülüp yürütülmediğini denetlemesi gerekir. İşçilere koruyucu donanım verilmiş olsa bile, bu donanımın gerçekten kullanılıp kullanılmadığı, düzenli olarak kontrol edilip edilmediği gibi hususlar, gözetim yükümlülüğünün bir parçasıdır. Bu yükümlülüğün ihlali, iş kazalarının meydana gelmesinde temel faktörlerden biri olarak kabul edilmekte ve işverenin cezai sorumluluğuna neden olmaktadır.

İşverenin tüm bu mükellefiyetleri sadece kendi çalışanları bakımından değil, işyerinde faaliyette bulunan diğer kişiler, örneğin stajyerler, alt işveren işçileri veya ziyaretçiler bakımından da geçerlidir. İşyerinde kontrol yetkisi olan kişinin, sadece kendi personelinin değil, fiilen gözetiminde bulunan tüm bireylerin sağlık ve güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle işverenin sorumluluğu oldukça geniştir ve bu sorumluluğun ihlali hâlinde meydana gelen zararlar, yalnızca özel hukuk kapsamında değil, ceza hukuku bakımından da ciddi sonuçlar doğurmaktadır.

I.2-) Risk Değerlendirmesi Yapmama (6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu m. 10):

İşverenin, işyerinde var olan riskleri tespit edip bunlara karşı önlem alma zorunluluğu vardır. Risk değerlendirmesi yapılmaması ya da yüzeysel yapılması durumunda iş kazası meydana gelirse, bu durum kusur delili olarak değerlendirilir ve cezaî sorumluluğun tesisi için temel oluşturur. Risk değerlendirmesi, iş sağlığı ve güvenliği yönetiminin temel yapı taşlarından biridir. Bu değerlendirme, yalnızca yasal bir zorunluluğun yerine getirilmesi için düzenlenen şekli bir evrak olmaktan ibaret değildir; aksine, işyerindeki tüm faaliyetlerin sistematik biçimde gözden geçirilmesini, potansiyel tehlikelerin bilimsel yöntemlerle tespit edilmesini ve bu tehlikelere karşı alınması gereken önlemlerin belirlenmesini içerir. Risk değerlendirmesi yapılırken, her iş kolunun kendine özgü özellikleri, kullanılan malzemenin niteliği, iş ekipmanlarının yapısı ve çalışanların tecrübe düzeyi gibi birçok faktör dikkate alınmalıdır. Yüzeysel ya da kopyala-yapıştır yoluyla hazırlanan değerlendirmeler, hem hukuki geçerlilikten yoksundur hem de cezai sorumluluk açısından işverenin lehine hiçbir sonuç doğurmaz.

Ceza hukuku bakımından, iş kazası sonrasında işverenin kusur derecesinin belirlenmesinde risk değerlendirmesi süreci kritik bir unsur hâline gelir. Tehlikeler zamanında tespit edilmemişse, işverenin bu yükümlülüğü yerine getirmediği kabul edilir. Ancak daha da önemlisi, tehlikenin farkında olunmasına rağmen buna karşı önlem alınmamışsa, bu hâl bilinçli taksir olarak değerlendirilir. Bilinçli taksir, failin olası sonucu öngörmesine rağmen önlem almaması anlamına gelir ve bu durumda verilecek ceza, Türk Ceza Kanunu m. 22/3 uyarınca artırılır. Uygulamada mahkemeler, işverenin riskleri bilmesine ve bu konuda uyarılmış olmasına rağmen önlem almadığını saptarsa, failin cezai sorumluluğunu daha ağır hükümlerle tayin edebilmektedir.

Öte yandan risk değerlendirmesinin yalnızca bir defaya mahsus yapılması yeterli değildir. İşyerindeki faaliyet alanlarının değişmesi, yeni makinelerin alınması, kimyasal maddelerin kullanılması, iş gücünde niteliksel farklılıkların oluşması gibi durumlar, risk değerlendirmesinin güncellenmesini zorunlu kılar. Bu güncellemelerin yapılmaması, tespit edilmesi mümkün olan yeni risklerin gözden kaçırılmasına yol açabilir. Bu nedenle, risk değerlendirmesinin dinamik bir belge olarak ele alınması ve düzenli aralıklarla gözden geçirilerek revize edilmesi gerekir. Aksi hâlde, işveren yalnızca idari yükümlülüklerini ihlal etmiş olmaz; aynı zamanda ceza yargılamasında da kusurunun derecesi ağırlaştırıcı nitelik kazanır.

Risk değerlendirmesi süreci, işverenin sorumluluğunda olmakla birlikte, iş sağlığı ve güvenliği uzmanları, işyeri hekimi, çalışan temsilcileri ve diğer teknik personelin katılımıyla birlikte yürütülmelidir. Ancak bu uzmanların görevlendirilmiş olması, işverenin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. İşveren, bu süreci denetlemek, raporları incelemek ve uygulamaların işyerinde gerçekten hayata geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Özellikle risk analizi raporlarının sadece arşivlenmesi ve sahada uygulanmaması, mahkemeler nezdinde işverenin mükellefiyetlerini ihmal ettiğine karine teşkil eder.

Risk değerlendirmesi, iş kazalarının önlenmesinde asli bir araç olduğu kadar, işverenin ceza hukuku bakımından sorumluluğunun belirlenmesinde de başat bir rol oynar. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi, bir iş kazasının ardından yalnızca maddi ve manevi tazminat sorumluluğu değil, aynı zamanda hapis cezasıyla sonuçlanabilecek ağır bir cezaî sorumluluğu da doğurabilir. Dolayısıyla işverenin risk değerlendirmesi yükümlülüğünü ciddiyetle ve uzman desteğiyle yerine getirmesi, hem çalışanların yaşam ve sağlık hakkının korunması hem de kendi cezai sorumluluğunun bertaraf edilmesi açısından zorunlu ve hayati bir ödev niteliğindedir.

I.3-) Çalışanların Eğitimi ve Bilgilendirilmesi (6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu m. 17–18):

İşçilere, yapacakları işe uygun şekilde iş sağlığı ve güvenliği eğitimi verilmemesi, bilgilendirme yapılmaması veya acil durumlarla ilgili talimatların sağlanmaması hâlinde meydana gelen kazalar dolayısıyla işveren hem idari para cezası ile karşılaşır hem de kusur oranına göre taksirle yaralama veya ölüme sebebiyet suçundan cezai sorumluluk altına girer.

İş sağlığı ve güvenliği kültürünün yerleşmesinde eğitimin önemi büyüktür. Eğitim, çalışanların tehlikeleri tanımasını, risklere karşı bilinçli davranmasını ve kendisini korumasını sağlar. Bu bakımdan, eğitimin yalnızca mevzuat gereği yerine getirilen biçimsel bir zorunluluk olarak görülmesi büyük bir yanılgıdır. Zira işverenin sunduğu eğitimin hem kapsamı hem de yöntemleri, çalışanların bilgi düzeyine ve işin niteliğine uygun olmalıdır. Okuma-yazma bilmeyen ya da yabancı uyruklu çalışanlara yönelik özel yöntemler uygulanmalı, anlatılanların anlaşılırlığı denetlenmelidir. Eğitim sadece verilmiş olmakla değil, etkili sonuç doğurmuş olmasıyla anlam kazanır.

Çalışanlara verilecek eğitim, işe başlamadan önce, iş değişikliği hâlinde, kullanılan ekipmanların veya teknolojinin değişmesi durumunda ve ayrıca belirli periyotlarla tekrarlanmak suretiyle gerçekleştirilmelidir. Bu periyodik tekrarlar sayesinde çalışanların bilgilerinin güncellenmesi ve refleks hâline gelmiş güvenli davranış alışkanlıklarının pekişmesi sağlanır. Eğitimlerin, iş güvenliği uzmanları ve işyeri hekimleriyle birlikte yürütülmesi; teorik anlatımların yanı sıra uygulamalı örneklerle desteklenmesi, eğitimin etkisini artırmaktadır. Yalnızca yazılı broşür dağıtmak veya iş başında kısa bilgilendirme yapmak, eğitim yükümlülüğünün gereğini yerine getirmek için yeterli değildir. Bilgilendirme ise çalışanların işyerindeki mevcut riskler, alınan önlemler, acil durum tahliye planları ve ilk yardım imkânları gibi konularda haberdar edilmesini kapsar. Bu yükümlülük, işverenin her bir çalışanı bilgilendirmesini ve bu süreci belgeyle ispatlayabilmesini gerektirir. Özellikle acil durumlarla ilgili tahliye talimatlarının işçilere önceden açıklanmaması veya bu bilgilerin işyeri içinde görünür biçimde bulundurulmaması, yangın, patlama, kimyasal sızıntı gibi durumlarda ciddi can kayıplarına yol açabilmektedir. Böyle bir durumda meydana gelen zararlar, işverenin eğitim ve bilgilendirme eksikliğinden kaynaklandığı ölçüde cezai sorumluluk doğurur.

Ceza yargılamalarında, işverenin eğitim ve bilgilendirme yükümlülüğünü yerine getirip getirmediği hususu, çoğunlukla tanık beyanları, imza karşılığı alınmış eğitim tutanakları, katılım listeleri, eğitim belgeleri, iç denetim raporları gibi delillerle ortaya konulmaktadır. Ancak bu belgelerin mevcudiyeti tek başına yeterli değildir; önemli olan, eğitimin içeriğinin işe uygunluğu ve çalışanlar tarafından gerçekten anlaşılıp uygulanabilir hâle gelip gelmediğidir. Mahkemeler, somut olayın koşullarına göre bu belgeleri değerlendirir ve eğitimin şekli olarak yapılmış olması hâlinde dahi, içerik eksikliği veya çalışan üzerindeki etkisizliği hâlinde işvereni kusurlu sayabilir.

İşverenin, özellikle genç işçiler, engelliler ve hamile kadınlar gibi özel risk grubuna giren çalışanlara yönelik olarak farklılaştırılmış ve bireyselleştirilmiş eğitimler sunması da mevzuatın öngördüğü bir zarurettir. Bu grupların iş kazasına uğrama ihtimali daha yüksek olduğundan, standart bir eğitim yaklaşımı değil, risk temelli ve kişiselleştirilmiş bir bilgilendirme anlayışı benimsenmelidir. Aksi takdirde, meydana gelen bir kazada hem işverenin kusur oranı artacak hem de ceza hukuku bakımından bilinçli taksir değerlendirmesi yapılabilecektir. Bu noktada eğitim yükümlülüğü yalnızca bir görev değil, aynı zamanda cezai sonuç doğurabilecek nitelikte hayati bir ödevdir.

İşverenin iş sağlığı ve güvenliği kapsamında çalışanlara yönelik eğitim ve bilgilendirme yükümlülüğü, yalnızca idari bir zorunluluk değil, ceza hukuku açısından da sorumluluk doğuran asli bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi, özellikle öngörülebilir risklerin doğurduğu kazalarda işverenin taksirle yaralama veya ölüme sebebiyet verme suçundan yargılanmasına neden olabilmektedir. Bu nedenle işverenler, eğitimi yalnızca mevzuata uyumun bir parçası olarak değil, çalışanların yaşam hakkını korumaya yönelik etik ve hukuki bir zorunluluk olarak görmekle mükelleftir.

I.4-) Denetim, Gözetim ve Uygun Ekipman Temini:

İşverenin, işin yürütümü sırasında çalışanları denetleme ve güvenli ekipman sağlama sorumluluğu da vardır. Bu yükümlülüğün ihlali hâlinde doğan sonuçlar da ceza sorumluluğu kapsamında değerlendirilir. Örneğin, güvenlik ekipmanlarının olmaması veya uygun nitelikte olmaması sonucu bir işçinin yaralanması ya da ölmesi durumunda doğrudan işverene yönelen cezai sorumluluk doğabilir.

Denetim yükümlülüğü, işverenin iş sağlığı ve güvenliği bakımından aldığı önlemlerin sadece kâğıt üzerinde kalmaması, uygulamada da işlerliğinin denetlenmesi anlamına gelir. Bu çerçevede işverenin, işçilere kişisel koruyucu donanım temin etmesi yetmez; bu donanımın kullanılıp kullanılmadığını gözetlemesi, kullanımı teşvik etmesi ve gerektiğinde disiplin tedbirleri uygulayarak etkinliğini sağlaması gerekir. Örneğin, baret, emniyet kemeri, toz maskesi, iş ayakkabısı gibi ekipmanların verilmiş olması tek başına yeterli değildir; çalışan bu ekipmanları fiilen kullanmıyorsa, işveren bu durumu görmezden gelemez. Aksi hâlde, olası bir kazada, işverenin denetim sorumluluğunu yerine getirmediği kabul edilir ve cezai sorumluluk doğar.

Gözetim yükümlülüğü ise işverenin, çalışanların faaliyetlerini sürekli olarak izleme, işin tehlikeli hâl almasını engelleme ve uygunsuz uygulamaları anında düzeltme sorumluluğudur. Özellikle tehlikeli işlerde bu mükellefiyet daha da önem kazanır. Örneğin, iskele üzerinde çalışan bir işçinin koruma sistemleri olmaksızın yüksekten düşme riski taşıyan bir pozisyonda iş yapmasına göz yumulması, açık bir gözetim ihlali olup, sonuçları itibariyle ceza yargılamasına konu olabilir. Gözetim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi, öngörülebilir bir zararın önlenmemesi anlamına gelir ve bu durum taksirli suçların doğmasına neden olur.

İşverenin sağlamakla mükellef olduğu uygun ekipmanlar, yalnızca iş makineleri ve büyük ölçekli teknik donanımlar değildir. Aynı zamanda kişisel koruyucu donanımlar, çalışma ortamında kullanılan basit araç-gereçler, ergonomik düzenlemeler, aydınlatma ve havalandırma sistemleri de bu kapsamda değerlendirilir. Bu ekipmanların ilgili teknik düzenlemelere ve standartlara uygun olması zorunludur. Standart dışı, arızalı veya kullanım ömrü dolmuş ekipmanların sağlanması hâlinde işveren, hem idari yaptırımlarla hem de cezaî sorumlulukla karşı karşıya kalabilir.

Uygun ekipman temini aynı zamanda iş kazalarının öngörülebilirliğini azaltmak için başvurulan temel araçlardan biridir. Gerekli koruma sistemlerinin bulunmaması hâlinde bir kazanın meydana gelme ihtimali artacağından, bu tür önlemlerin alınmaması hukuken ağır ihmal olarak değerlendirilir. Özellikle daha önce benzer kazaların yaşandığı bir işyerinde gerekli tedbirlerin hâlen alınmamış olması durumunda, işverenin bilinçli taksirle hareket ettiğinden söz edilebilir. Bu tür hâllerde ceza yargılamasında daha ağır yaptırımlar gündeme gelebilir.

Ekipmanların düzenli aralıklarla bakım ve kontrolünün yapılması da işverenin asli yükümlülükleri arasında yer alır. Zira zamanla yıpranan, işlevini yitiren ya da teknik arıza taşıyan makineler, çalışanlar açısından doğrudan bir tehlike kaynağı hâline gelir. Bu nedenle, makine ve ekipmanların sadece temin edilmesi değil, aynı zamanda periyodik kontrollerinin yapılması ve bu kontrollerin belgeye bağlanması da önem taşır. Denetim sürecinde bakım kayıtlarının bulunmaması, işverenin gözetim ve teknik denetim sorumluluğunu ihlal ettiğine delil teşkil eder.

Uygun ekipman sağlanmadan yapılan işler, iş kazalarının en yaygın nedenlerinden biridir. Özellikle inşaat, madencilik, metal işçiliği gibi yüksek risk içeren sektörlerde, işverenlerin bu yükümlülüğe riayet etmemesi ölümle sonuçlanabilecek kazalara sebebiyet vermektedir. Bu gibi durumlarda, çalışanların ihmali ikinci planda değerlendirilmekte; esas sorumluluk, çalışanı yeterli koruma altında çalıştırmayan işverene atfedilmektedir. Ceza yargılamalarında mahkemeler, çalışanların eğitilip donanımlı hâle getirilmeden tehlikeli işlere yönlendirilmesini, işverenin açık ihmali olarak değerlendirmektedir.

İşverenin denetim ve gözetim yükümlülüğünün ihlali yalnızca aktif ihmallerle değil, aynı zamanda pasif ve süreğen ilgisizlikle de ortaya çıkabilir. Örneğin, bir önceki denetimde tespit edilen eksikliklerin hâlen giderilmemiş olması ya da iş güvenliği uzmanlarının uyarılarının dikkate alınmaması, işverenin sorumluluğunu ağırlaştırır. Bu tür bir davranış kalıbı, özellikle bilinçli taksir değerlendirmesi bakımından önem arz eder. İşverenin tehlikeyi bilmesine rağmen tedbir almaması, ceza mahkemesi nezdinde daha yüksek bir ceza tayinine neden olabilir.

Ayrıca işverenin, gözetim yükümlülüğünü yerine getirmesi için uygun idari yapılanmayı oluşturması, bu kapsamda yetki devri, sorumluluk zinciri, iç denetim mekanizmaları gibi kurumsal yapıların kurulması gerekir. Bu sistemlerin bulunmaması ya da etkisiz işlemesi, ceza yargılamasında kusurun kurumsallaşmış olduğunu gösterebilir. Böylece sadece bireysel değil, aynı zamanda organizasyonel ihmallerin de cezai sorumluluğa yol açtığı bir yargılama pratiği oluşur.

Denetim ve gözetim yükümlülüğü ayrıca işverenin iş kazasına karşı önleyici işveren kimliğini taşıyıp taşımadığıyla da ilgilidir. İş sağlığı ve güvenliği yalnızca reaktif değil, proaktif tedbirlerle sürdürüldüğünde anlamlıdır. İşverenin bu rolü ciddiyetle benimsemesi, ceza yargılaması açısından da lehe sonuçlar doğurabilir. Zira etkin bir gözetim sisteminin varlığı, kazaların öngörülemez olduğu veya işverenin elinden geleni yaptığı yönünde değerlendirmelere kapı aralayabilir.

Sonuç itibariyle, işverenin denetim, gözetim ve uygun ekipman temini yükümlülükleri; iş kazalarının önlenmesi bakımından olduğu kadar, meydana gelen kazaların ardından doğabilecek cezaî sorumluluğun tespitinde de belirleyici rol oynar. Bu yükümlülüklerin ihlali, taksirle yaralama ya da ölüme sebebiyet verme suçları kapsamında işverenin yargılanmasına sebep olabilir. Dolayısıyla, işverenlerin bu yükümlülükleri yalnızca yasal zorunluluk olarak değil, çalışanların yaşam ve sağlık hakkının korunmasına yönelik bir etik sorumluluk olarak görmeleri zorunludur.

I.5-) İdari Yaptırımlar ve Cezaî Bağlantı:

Kanunda ayrıca her bir yükümlülüğe aykırılık için idari para cezaları düzenlenmiştir (6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu m. 26). Ancak bu yaptırımlar, ceza hukukuna göre doğan sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Özellikle ölümlü ya da ağır yaralanmalı iş kazalarında, ceza mahkemelerinde görülen davalar neticesinde işverenler hakkında hapis cezası ile sonuçlanan kararlar verilebilmektedir.

İdari yaptırımlar ile cezaî yaptırımlar arasındaki temel fark, ihlalin niteliği ve sonuçlarıyla ilgilidir. İşverenin, örneğin risk değerlendirmesi yapmaması, çalışanlara eğitim vermemesi, acil durum planı hazırlamaması gibi yükümlülükleri ihlal etmesi durumunda, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından idari para cezaları uygulanır. Bu para cezaları, her bir mükellefiyet için ayrı ayrı öngörülmekte olup, ihlalin devam etmesi hâlinde katlanarak artmaktadır. Ancak idari yaptırımlar, işverenin yalnızca kamu düzenine aykırı davranışı nedeniyle uygulanır ve ceza hukukunun kişisel kusura dayalı yaptırım karakteriyle doğrudan bağlantılı değildir.

Buna karşılık cezaî sorumluluk, kişinin dikkat ve özen yükümlülüğünü ihlal ederek başkasına zarar vermesi hâlinde doğar. 6331 sayılı Kanun kapsamındaki yükümlülüklerin ihlali sonucu bir iş kazası meydana gelir ve bu kazada çalışan hayatını kaybeder veya bedensel bütünlüğü zarar görürse, artık fiil yalnızca idari bir kabahat olarak değil, ceza hukuku anlamında bir suç olarak değerlendirilir. Bu durumda işverenin, taksirle yaralama (TCK m. 89) veya taksirle öldürme (TCK m. 85) suçlarından yargılanması gündeme gelir. Dolayısıyla, aynı fiil hem idari hem de ceza hukuku bakımından yaptırım doğurabilir; bu yönüyle ikili bir sorumluluk söz konusudur.

Uygulamada sıkça karşılaşılan bir hata, işverenlerin yalnızca idari para cezalarını ödemekle yükümlülüklerini yerine getirdiklerini düşünmeleridir. Oysa ağır sonuçlar doğuran kazalarda, idari para cezalarının ödenmiş olması, ceza sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Ceza mahkemesi, işverenin kusur durumunu, alınması gereken fakat alınmayan önlemleri, iş güvenliği süreçlerinin işleyişini, eğitim ve denetim sistemlerinin yeterliliğini değerlendirerek yargılama yapar. Bu değerlendirme sonunda, işverenin davranışının taksirli suç oluşturduğu kanaatine varılırsa, hapis cezası dahil olmak üzere cezai yaptırımlar uygulanabilir.

Ceza yargılamasında idari işlemler yalnızca dolaylı delil niteliği taşır. Örneğin, Çalışma Bakanlığı müfettişlerinin tuttuğu tutanaklar, işyerindeki düzenin denetimi açısından mahkemeye fikir verebilir; ancak ceza mahkemesi kendi bağımsız değerlendirmesini yaparak maddi gerçeği ortaya koymak zorundadır. Bu sebeple ceza yargılamasında, bilirkişi raporları, tanık beyanları, kamera kayıtları, işyeri organizasyon şemaları, yazışmalar ve teknik belgeler esas alınır. Dolayısıyla idari sürecin şeklen yerine getirilmiş olması, cezai sorumluluğu ortadan kaldırmaya yetmez.

Nitekim ceza yargılamasında mahkemeler, failin yalnızca yükümlülüğü ihlal edip etmediğini değil, aynı zamanda bu ihmalin öngörülebilir ve önlenebilir bir sonucu doğurup doğurmadığını da değerlendirir. Bilinçli taksir hâlinde, failin riski öngörmesine rağmen tedbir almamış olması hâlinde daha ağır cezalar söz konusu olur. Bu yönüyle, idari denetim sistemi ile ceza yargılamasının ölçütleri birbirinden farklıdır; birincisi normatif düzenlemelerin ihlalini esas alırken, ikincisi somut olayda meydana gelen zararın failin kusuruyla bağlantısını arar.

İdari yaptırımlar, birçok hâlde ceza yargılamasına hazırlık işlevi görür. Özellikle iş kazasının ardından yapılan müfettiş incelemeleri ve düzenlenen raporlar, Cumhuriyet savcılığına iletilmekte ve bu belgeler ceza soruşturmasına konu olmaktadır. Nitekim savcılık makamları, bu tür belgelerden yola çıkarak şüpheli hakkında kovuşturma açmakta ve kamu davası açılmaktadır. Bu bağlamda idari denetimin zayıf veya yüzeysel yürütülmesi, ileride cezai sorumluluğun tespiti bakımından delil yetersizliğine yol açabileceği için, iş sağlığı ve güvenliği denetim sisteminin niteliği, cezai sürecin etkinliğiyle doğrudan ilişkilidir.

İşverenin hem idari hem de cezai sorumluluğunun bulunduğu bu sistemde, ayrıca özel hukuk hükümleri çerçevesinde maddi ve manevi tazminat sorumluluğu da doğmaktadır. İş kazası geçiren işçi ya da ölen işçinin yakınları, işverene karşı maddi tazminat ve destekten yoksun kalma tazminatı, ayrıca olayın ağırlığına göre manevi tazminat davası açabilmektedir. Bu yönüyle, tek bir kusurlu fiil; idari, cezai ve özel hukuk olmak üzere üç ayrı düzlemde sorumluluk doğurabilmektedir.

6331 sayılı Kanun’un öngördüğü idari yaptırımlar, işverenin iş sağlığı ve güvenliği yükümlülüklerini ihlal etmesinin doğrudan bir sonucu olup, bu yaptırımların uygulanması ceza sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. İş kazaları bağlamında, özellikle ölümle veya ağır yaralanmayla sonuçlanan vakalarda, ceza hukuku hükümleri devreye girer ve işveren hakkında hapis cezasına varabilecek yargılamalar yürütülür. Bu nedenle işverenin, yükümlülüklerini yalnızca idari para cezalarından kaçınmak için değil, çalışanların yaşam hakkını koruma bilinciyle ve cezaî sonuçlarını da dikkate alarak yerine getirmesi zorunludur.

I.6-) Ceza Sorumluluğu Bağlamında Diğer İlgililer:

Sadece işveren değil, işveren vekili, iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi veya görevli diğer kişiler de ihmalleri oranında ceza sorumluluğu altına girebilirler. Bu bağlamda, örgütsel kusur ilkesi de uygulanmakta ve işletme bütününde alınmayan önlemler zincirleme kusura sebep olabilmektedir.

Ceza hukuku bakımından sorumluluk kişiseldir; ancak iş kazasını oluşturan faktörler çoğu zaman yalnızca bir kişinin ihmaline indirgenemez. Özellikle iş organizasyonunun çeşitli kademelerinde yer alan kişilerin görevlerini gereği gibi yerine getirmemeleri, iş kazasının meydana gelmesinde doğrudan etkili olabilir. Bu kapsamda, işverenin yetki devrettiği işveren vekilleri, fiilen yürütülen faaliyetin gözetimi ve denetimi ile yükümlü oldukları ölçüde, kazaya neden olan ihmallerden sorumlu tutulabilirler. Görev alanı açıkça belirlenmiş olan bir vekilin, riski öngörebilecek ve önleyebilecek pozisyonda bulunmasına rağmen müdahalede bulunmaması hâlinde cezai sorumluluğu doğar.

Benzer şekilde, iş güvenliği uzmanları ile işyeri hekimleri de iş kazasını oluşturan faktörler arasında önemli rol oynayabilir. Bu kişiler, tehlikelerin belirlenmesi, risk değerlendirmesinin yapılması, önleyici tedbirlerin planlanması ve işverene gerekli uyarıların iletilmesi görevlerini yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak bu görevlerdeki bir eksiklik ya da dikkatsizlik, iş kazasının oluşumuna zemin hazırlarsa, bu kişilerin de tali fail ya da kusurlu yardımcı olarak ceza yargılamasında sorumluluğu doğabilir. Bilirkişi incelemelerinde, bu görevlilerin davranışlarının kazaya etkisi ayrıntılı olarak analiz edilmekte ve kusur dağılımı buna göre belirlenmektedir.

Bu bağlamda örgütsel kusur kavramı özel bir önem taşır. İş kazasını oluşturan faktörler yalnızca bireysel değil, aynı zamanda kurumsal yapıya özgü eksikliklerden de kaynaklanabilir. Denetim zincirlerinin kopukluğu, görev tanımlarının yapılmaması, iç kontrol sistemlerinin işlememesi gibi yapısal yetersizlikler, kazaya neden olan çoklu ihmaller zincirini doğurur. Bu durumda, kurumsal bütünlük içinde yer alan ve görevini yerine getirmeyen her bir kişi, kendi yetki ve sorumluluğu çerçevesinde kusurlu kabul edilir ve cezai sorumluluğa tabi olur.

Ayrıca, işverenin bazı yükümlülüklerini dış kaynaklı kişi veya kurumlara devretmiş olması, bu kişilerin görevlerini gereği gibi yerine getirmemeleri hâlinde, bağımsız bir cezaî sorumluluğu beraberinde getirir. Örneğin, dışarıdan hizmet alınan bir iş güvenliği uzmanının riskleri yeterince analiz etmemesi ya da uygun rapor sunmaması, iş kazasını oluşturan faktörler arasında yer alıyorsa, bu kişi hakkında da cezai soruşturma yürütülmesi mümkündür. Ancak yetki devri, sorumluluğun tümüyle aktarılması anlamına gelmediğinden, işverenin ve iş organizasyonu içindeki diğer yetkililerin de bu kapsamda sorumluluğu devam eder.

İş kazasını oluşturan faktörlerin çok boyutlu olduğu ve yalnızca tek bir kişiyle sınırlı kalmadığı hâllerde, ceza hukuku bakımından her ilgili şahsın eylemi ayrı ayrı değerlendirilir. İş organizasyonunda görev alan herkes, kendi sorumluluk alanı dâhilinde gerekli dikkat ve özeni göstermekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğün ihlali durumunda meydana gelen zarar, ceza hukukunun konusu olur ve hem bireysel hem de örgütsel düzeyde sorumluluk doğurur.

İş kazasını oluşturan faktörlerin çoğu zaman birden fazla kusurlu davranışın birleşiminden kaynaklandığı gerçeği, ceza yargılamalarında kusurun çok aktörlü biçimde değerlendirilmesini zorunlu kılar. Bu bağlamda, kazaya katkı sunan her bir ihmal ayrı ayrı incelenmeli; sadece nihai eylemi gerçekleştiren kişinin değil, süreci yönetme ve gözetme sorumluluğu olan tüm kişilerin davranışları bütüncül biçimde analiz edilmelidir. Örneğin, iş güvenliği uzmanı riskleri belirtmiş, ancak işveren bu raporları uygulamaya koymamışsa, her iki kişinin kusur dereceleri farklılık gösterecek şekilde yargılamaya yansıtılır.

Ceza hukuku, yalnızca fiili failin değil, aynı zamanda “failin konumunda olan” veya “faille birlikte iş kazasını önleme yetkisine sahip” kişilerin de sorumluluğunu dikkate alır. Bu yaklaşım, kusurun kişiselleştirilmesi ilkesine aykırı olmamakla birlikte, iş sağlığı ve güvenliği alanının kolektif nitelikteki yapısına uyumludur. İş kazasının önlenebilir nitelikte olması hâlinde, herhangi bir görevli kişinin kayıtsız kalması, ceza sorumluluğunun doğmasına yeterli olabilir. Böylece sorumluluk zincirindeki her bir halkaya düşen dikkat ve özen yükümlülüğü, cezaî anlamda değerlendirilmiş olur.

Ayrıca, iş kazasını oluşturan faktörlerin arasında yer alan ihmallerin süreklilik arz etmesi, faillerin kusurunu daha da ağırlaştırır. Örneğin, işyerinde daha önce benzer nitelikte kazaların meydana gelmiş olması, iş sağlığı ve güvenliği birimlerince bu risklere dair raporlar sunulmuş olması veya müfettiş denetimlerinde eksiklikler tespit edilmesine rağmen bu risklerin giderilmemesi hâlinde, ceza yargılamasında bilinçli taksir değerlendirmesi yapılabilir. Bu durumda failin yalnızca ihmalkâr değil, aynı zamanda öngördüğü tehlikeye rağmen tedbir almayan bir pozisyonda bulunduğu kabul edilir ve cezai yaptırım buna göre ağırlaştırılır.

I.7-) Yargıtay Uygulaması:

Yargıtay kararlarında, özellikle "önceden benzer kazaların meydana gelmiş olması", "önleyici sistemlerin bulunmaması", "riskin öngörülebilirliği" gibi unsurlar, failin kusurunu artırıcı hususlar olarak değerlendirilmektedir. Bu yönüyle, yalnızca yasaya aykırılık değil, aynı zamanda objektif özen yükümlülüğüne aykırılık da suçun unsuru olarak kabul edilmektedir.

Ceza yargılamasında sanığın dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranışı, soyut bir norm ihlali olarak değil, somut olayın tüm özellikleri çerçevesinde değerlendirilir. Bu bağlamda, kazanın meydana geldiği işyerinde daha önce benzer nitelikte iş kazalarının yaşanmış olması ve buna rağmen önlem alınmamış olması, failin riskleri öngörebilecek konumda olduğunu göstermesi açısından önem taşır. Aynı tehlikenin tekrar gerçekleşmesi, yalnızca bir ihmal değil, tehlikeye karşı duyarsızlık göstergesi olarak da değerlendirilmekte ve kusur derecesinin artırılmasına neden olmaktadır.

Mahkemeler, işverenin ya da sorumlu kişilerin, riski fark etmiş olmalarına rağmen buna karşı etkili ve somut önlemler almamış olmalarını, bilinçli taksir kapsamında ele almaktadır. Özellikle tehlikeye karşı uyarı yapılmış, teknik raporlar hazırlanmış veya iş güvenliği uzmanlarınca yazılı tespitlerde bulunulmuş olmasına rağmen herhangi bir önlem alınmamışsa, bu durum failin olası sonucu öngördüğü ancak umursamazca davrandığı şeklinde yorumlanmaktadır. Bu tür durumlarda taksirle değil, bilinçli taksirle hareket edildiği kabul edilerek verilecek cezanın artırılması yönünde kararlar verilmektedir.

I.8-) İşyeri Durdurma ve Tazminat Sonuçları:

İş kazası sonrası ağır ihmalin varlığı hâlinde Çalışma Bakanlığı tarafından işyerinin faaliyetinin geçici olarak durdurulması mümkündür. Ayrıca, kazaya maruz kalan işçiye veya yakınlarına yönelik maddi ve manevi tazminat davalarında da bu yükümlülük ihlalleri kusur delili olarak kabul edilmektedir.

İşyerinin faaliyetinin durdurulması, iş sağlığı ve güvenliği açısından ciddi risk taşıyan şartların tespiti hâlinde, kamu otoritesinin koruma refleksinin bir yansımasıdır. Bu tedbir, hem mevcut çalışanların can güvenliğini sağlamak hem de benzer kazaların tekrarını önlemek amacıyla uygulanır. Özellikle kazaya neden olan ihlalin sistematik nitelik taşıması ya da işverenin önceden uyarılmış olmasına rağmen önlem almamış olması durumunda, durdurma işlemi daha sık başvurulan bir araç hâline gelir. Bu süreçte, işverenin işyerini faaliyete geçirebilmesi için eksiklikleri giderdiğine dair teknik rapor ve denetim sonuçlarını ibraz etmesi gerekir.

Diğer yandan, iş kazası neticesinde açılan tazminat davaları bakımından da işverenin ihmalinin derecesi belirleyici olmaktadır. İş kazasının meydana gelmesinde işverenin kusurlu davranışı sabit olduğunda, zarar gören işçi ya da ölen işçinin yakınları, hem maddi hem de manevi tazminat talebinde bulunabilir. Maddi tazminat, gelir kaybı, tedavi giderleri ve destekten yoksun kalma gibi unsurları içerirken; manevi tazminat, özellikle yaşam hakkı ihlali veya ağır bedensel zararlar durumunda gündeme gelir. Mahkemeler, bu tür davalarda işverenin yükümlülük ihlallerini kusur delili olarak değerlendirerek tazminat miktarını artırabilmektedir.

Ayrıca, işverenin ceza yargılamasında mahkûmiyet almış olması, hukuk mahkemeleri nezdinde de tazminat davasına delil teşkil edebilir. Ceza mahkemesi kararında yer verilen bulgular ve kusur oranları, özel hukuk yargılamasında bilirkişi raporları ile desteklendiğinde, işverenin sorumluluğu daha net biçimde ortaya konur. Bu kapsamda, ceza mahkemesinin verdiği karar her ne kadar bağlayıcı nitelikte olmasa da, hukuk hâkimi tarafından dikkate alınan güçlü bir kanıt niteliği taşır. Dolayısıyla ceza sürecinde tespit edilen ağır ihmal ve sorumluluk halleri, tazminat hukukunda da doğrudan sonuç doğurur.

İş kazası nedeniyle açılan tazminat davalarının bir diğer önemli sonucu da, işverenin sosyal güvenlik kurumu tarafından karşılanan zararlar dışında kalan kısmı tamamlayıcı biçimde karşılamak zorunda kalmasıdır. İş kazası sonucu sürekli iş göremezlik veya ölüm meydana geldiğinde, SGK tarafından belli bir gelir bağlansa da, bu gelir çoğu zaman zarar görenin veya hak sahibinin gerçek zararını karşılamaya yetmemektedir. Bu nedenle işveren, kusur oranına göre bu farkı kapatmakla yükümlü tutulur. Bu yükümlülük, işverenin hem maddi sorumluluğunu hem de itibari yükünü artırır; zira mahkeme kararında açıkça kusurlu ve tazminata mahkûm edilmiş bir işverenin itibarı kamuoyunda ve iş çevrelerinde olumsuz etkilenebilir.

6331 sayılı Kanun, işverenin iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini alma yükümlülüğünü açıkça düzenlemiş olup, bu yükümlülüklerin ihlali durumunda sadece idari değil cezaî sorumluluğun da doğabileceği unutulmamalıdır. Bu nedenle, işverenlerin yükümlülüklerini sadece formalite düzeyinde değil, fiilen ve etkin biçimde yerine getirmeleri, hem çalışanların yaşam hakkı hem de kendi cezai sorumluluklarının önlenmesi açısından büyük önem taşır.

II-) İş Kazasından Kaynaklı Ölüme Ve Yaralamaya Sebebiyet Verme Suçları:

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, işverenin işyerinde sağlıklı ve güvenli bir çalışma ortamı temin etmesini, bu kapsamda gerekli tüm önlemleri almasını, riskleri değerlendirmesini ve çalışanları bu hususlarda bilgilendirmesini zorunlu kılmaktadır. Kanun doğrudan ceza hükümleri içermese de, yükümlülüklerin ihlali suretiyle bir iş kazasının meydana gelmesi hâlinde, işverenin veya işveren vekilinin eylemi Türk Ceza Kanunu hükümleri çerçevesinde cezai sorumluluğa yol açabilmektedir. Özellikle ölümle ya da bedensel zararla sonuçlanan iş kazaları, ceza hukuku bakımından taksirle işlenen suçlar kategorisine girmektedir.

Ceza hukuku bağlamında en sık karşılaşılan suç tipleri, taksirle yaralama ve taksirle öldürme suçlarıdır. Dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranışla bir kişinin yaralanmasına neden olan kimse, taksirle yaralama suçunu; aynı şekilde, bir kişinin ölümüne sebebiyet verdiği takdirde ise taksirle öldürme suçunu işlemiş sayılır. İş kazası özelinde bu suçların oluşması, çoğunlukla işverenin gerekli koruyucu önlemleri almaması, risk değerlendirmesi yapmaması, çalışanlara yeterli eğitim ve bilgilendirme sağlamaması gibi yükümlülüklerini ihlal etmesine dayanmaktadır. Bu yükümlülüklerin ihlali, özellikle öngörülebilir ve önlenebilir risklerin varlığı hâlinde, cezai sorumluluğun temelini oluşturmaktadır.

Türk Ceza Kanunu’na göre, taksirle yaralama suçu, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılırken, suçun neticesinde mağdurun beden veya ruh sağlığında kalıcı bir zarar oluşmuşsa, ceza bir yıla kadar artırılabilir. Taksirle öldürme suçunda ise iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası öngörülmüştür. Ancak failin tehlikeyi öngörmesine rağmen gerekli tedbiri almamış olması hâlinde, bu suç bilinçli taksirle işlenmiş sayılmakta ve verilecek ceza üçte birden yarıya kadar artırılmaktadır. Aynı olayda birden fazla kişinin ölmesi veya bir kişinin ölümüyle birlikte başkalarının da yaralanması söz konusuysa, ceza daha da ağırlaşabilmektedir.

İşverenin cezai sorumluluğu sadece kendi şahsıyla sınırlı kalmayabilir. İşveren vekilleri, iş güvenliği uzmanları, işyeri hekimleri veya yükümlülüğün yerine getirilmesinden sorumlu diğer kişiler de, ihmalleri oranında cezai sorumluluk altına girebilirler. Bu bağlamda cezai sorumluluk kişiseldir ve her bir failin olay üzerindeki etkisi, bilgi düzeyi ve görev alanı çerçevesinde ayrı ayrı değerlendirilmektedir. Ayrıca tüzel kişiler hakkında doğrudan ceza sorumluluğu kabul edilmemekle birlikte, bu kişilere özgü güvenlik tedbirlerinin uygulanması mümkündür. Örneğin, işyeri kapatma, faaliyet izninin iptali ya da suçta kullanılan malvarlığının müsaderesi gibi yaptırımlar bu kapsama girmektedir.

Ceza mahkemelerinde yürütülen iş kazası davalarında, işverenin ya da sorumlu kişilerin kusur derecesi, genellikle bilirkişi raporları aracılığıyla belirlenmekte ve kusurun ağırlığı cezayı doğrudan etkilemektedir. Bu tür raporlar, alınması gereken ancak ihmal edilen önlemleri, kazanın öngörülebilirliğini ve önlenebilirliğini ortaya koymak bakımından büyük önem taşımaktadır. Özellikle işverenin daha önce benzer kazaları tecrübe etmiş olmasına rağmen gerekli değişiklikleri yapmamış olması, bilinçli taksir kapsamında değerlendirilmekte ve mahkemenin ceza miktarını artırmasına sebep olabilmektedir.

İş kazasının ardından failin mağdura veya yakınlarına yönelik olarak maddi ya da manevi destek sağlaması, kusurunu kabul etmesi ve pişmanlık göstermesi gibi hususlar ise mahkeme tarafından takdiri indirim nedeni olarak değerlendirilebilmektedir. Bununla birlikte, taksirle işlenen suçlarda etkin pişmanlık hükümleri doğrudan uygulanamaz. Ancak ceza miktarının belirlenmesinde sanığın yargılama sürecindeki tutumu, mahkemeye karşı gösterdiği samimiyet ve zararın giderilmesine yönelik girişimleri önemli rol oynayabilir.

İşverenin ceza sorumluluğuna ek olarak, iş kazasının meydana gelmesi hâlinde idari yaptırımlarla da karşılaşması mümkündür. Bu yaptırımlar arasında idari para cezaları, işyerinin geçici olarak durdurulması ve denetim süreçlerinin sıkılaştırılması yer alır. Ayrıca, işçinin ölümü ya da bedensel zararı neticesinde, işveren aleyhine açılacak maddi ve manevi tazminat davaları da, hukuk yargılaması boyutunu oluşturmaktadır. Ceza mahkemesinin tespit ettiği kusur oranı, bu tazminat davalarında delil olarak kullanılmakta ve işverenin özel hukuk sorumluluğunun da belirlenmesinde belirleyici rol oynamaktadır.

Sonuç olarak, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile getirilen yükümlülüklerin ihlali, sadece idari yaptırımlarla sınırlı kalmayıp, iş kazalarının meydana gelmesi hâlinde işveren açısından ciddi ceza hukuku sonuçları doğurmaktadır. Bu nedenle işverenlerin mevzuata uygun hareket etmeleri, risk değerlendirmesini eksiksiz yapmaları, çalışanları eğitmeleri ve koruyucu önlemleri etkin şekilde uygulamaları, yalnızca işçilerin yaşam ve sağlık hakkını korumak bakımından değil, aynı zamanda cezai sorumluluktan kaçınmak açısından da zorunludur.

II.1-) İş Kazasından Kaynaklı Taksirle Ölüme Sebebiyet Verme Suçu:

Taksirle ölüme sebebiyet verme suçu, Türk Ceza Kanunu’nun m. 85 hükmünde düzenlenmiş olup, iş kazaları bağlamında sıklıkla uygulama alanı bulan bir suç tipidir. Bu suç, özellikle işverenin ya da işveren vekilinin 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu kapsamında yerine getirmesi gereken yükümlülükleri ihlal etmesi sonucu meydana gelen ölümlü iş kazalarında gündeme gelir. Söz konusu suç, doğrudan kast olmaksızın, yani ölüm sonucunu istemeksizin, ancak öngörülebilir bir neticenin dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranışla gerçekleşmesi hâlinde oluşur.

Türk Ceza Kanunu m. 85/1 hükmü uyarınca, “taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” Ancak aynı olayda birden fazla kişinin ölmesi veya bir kişinin ölümüyle birlikte birden fazla kişinin yaralanması hâlinde bu ceza iki yıldan on beş yıla kadar hapis olarak artırılmaktadır (TCK m. 85/2). İş kazalarında ise çoğunlukla bu ikinci fıkra kapsamında değerlendirme yapılmakta ve verilen ceza ağırlaştırılmış biçimde tayin edilmektedir.

İşverenin bu suça fail olarak sorumlu tutulabilmesi için, olayın meydana gelmesinde dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlal edilmesi, ölüm neticesinin öngörülebilir nitelikte olması ve bu ihmal ile ölüm arasında nedensellik bağının kurulması gerekmektedir. Örneğin, yüksekten düşme riskinin bulunduğu bir alanda işçilere emniyet kemeri temin edilmemişse ya da ekipmanların koruyucu özellikleri mevcut değilse ve bu ihmaller sonucu ölüm meydana gelmişse, işverenin taksirle ölüme neden olma suçundan cezai sorumluluğu doğacaktır.

Bu suçun en önemli nitelikli hâli, failin tehlikeyi öngörmesine rağmen gerekli önlemleri almaması durumunda söz konusu olan bilinçli taksir hâlidir. Türk Ceza Kanunu m. 22/3 hükmüne göre, bilinçli taksir hâlinde verilecek ceza üçte birden yarıya kadar artırılır. Uygulamada, iş güvenliği açısından açık ve bilinen risklere rağmen önlem alınmamışsa, mahkemeler failin bilinçli taksirle hareket ettiğine kanaat getirerek cezanın artırılmasına hükmedebilmektedir.

İş kazasına neden olan fiilin örgütsel bir kusurdan mı yoksa şahsi bir ihmâlden mi kaynaklandığı da cezai sorumluluğun tespitinde önemlidir. Ancak uygulamada, işveren tüzel kişiliği değil, fiilen sorumluluk taşıyan gerçek kişi sorumlu tutulmaktadır. Bununla birlikte, iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi, şantiye şefi gibi görevliler de sorumluluk alanlarına giren ihmaller nedeniyle fail veya iştirakçi sıfatıyla yargılanabilirler. Bu çerçevede cezai sorumluluk kişiseldir ve her failin kusur ağırlığı somut olarak belirlenmelidir.

Cezai sorumluluğun tesisi sürecinde, özellikle bilirkişi raporları ve İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nda düzenlenen yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmediği hususu belirleyici rol oynamaktadır. Risk değerlendirmesi yapılmamışsa, çalışanlara gerekli eğitimler verilmemişse veya koruyucu ekipman sağlanmamışsa bu durumlar mahkeme nezdinde ihmal olarak değerlendirilmektedir.

Taksirle ölüme sebebiyet verme suçu, doğası gereği kasıt içermeyen ancak ağır sonuçlar doğuran bir suç tipidir. Failin mağdurun yakınlarına maddi ya da manevi destek sağlaması, pişmanlık göstermesi ve zararın giderilmesine yönelik gayretleri, takdiri indirim nedeni olarak değerlendirilebilir. Ancak bu suç bakımından etkin pişmanlık hükümleri uygulanmaz.

Sonuç olarak, iş kazasından kaynaklı taksirle ölüme sebebiyet verme suçu, işverenin asli yükümlülüklerini ihmal etmesi sonucu meydana gelen ölümlü olaylarda hem ceza hukuku hem de özel hukuk yönünden ağır sonuçlar doğurur. Bu nedenle işverenin riskleri öngörerek önleyici tedbirleri zamanında ve etkin biçimde uygulaması, hem çalışanların yaşam hakkını koruma hem de cezai sorumluluktan kaçınma açısından yaşamsal önemdedir.

II.2-) İş Kazasından Kaynaklı Taksirle Yaralamaya Sebebiyet Verme Suçu:

İş kazası sonucunda bir çalışanın bedensel veya ruhsal bütünlüğünün zarar görmesi hâlinde, bu neticenin işverenin ya da sorumlu diğer kişilerin gerekli iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almaması suretiyle meydana gelmiş olması durumunda, fiil Türk Ceza Kanunu'nun m 89 hükmü kapsamında taksirle yaralama suçu olarak nitelendirilir. Bu suç tipi, kasıt olmaksızın fakat dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı bir davranış sonucunda mağdurun bedenine acı verilmesi, sağlığının veya algılama yetisinin bozulması hâllerinde oluşur.

Taksirle yaralama suçunun oluşabilmesi için, failin hareketi ile mağdurun yaralanması arasında illiyet bağı bulunması gerekmektedir. Özellikle iş kazası bağlamında bu bağın tespiti, işverenin 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu uyarınca taşıdığı yükümlülüklerin ihlaliyle doğrudan bağlantılıdır. İşverenin, işyerinde risk değerlendirmesi yapmaması, koruyucu donanım temin etmemesi, çalışanları eğitmemesi veya gerekli gözetim faaliyetlerini yerine getirmemesi gibi ihmaller, iş kazalarının başlıca nedenleri arasında yer almaktadır. Bu tür ihmaller neticesinde meydana gelen yaralanmalar, çoğu zaman taksirle yaralama suçunun oluşumuna zemin teşkil etmektedir.

Türk Ceza Kanunu m. 89/1’e göre, taksirle bir kişinin vücuduna acı veren ya da sağlığını veya algılama yeteneğini bozan kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Ancak mağdurun yaralanması neticesinde daha ağır sonuçlar meydana gelmişse, örneğin duyularından birinin zayıflaması, konuşma yetisinin azalması, uzuv kaybı ya da kırık oluşması gibi hâllerde ceza artırılmakta ve fail hakkında bir yıla kadar hapis cezası uygulanmaktadır (TCK m. 89/2). Yaralanmanın mağdur üzerinde sürekli zayıflık, bitkisel hayat gibi ağır sonuçlara yol açması hâlinde ise ceza bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası olarak düzenlenmiştir (TCK m. 89/3). Birden fazla kişinin yaralanması durumunda da benzer şekilde ceza artışı söz konusu olur.

İş kazalarında fail genellikle işveren veya onun yerine geçen işveren vekilidir. Ancak iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi, şantiye şefi veya yapı denetim görevlisi gibi kişilerin görevlerini ihmal etmeleri hâlinde, bunların da sorumlulukları gündeme gelebilir. Ceza hukuku yönünden sorumluluk kişisel olup, her bir ilgilinin eylemi, görev tanımı ve ihmali ayrı ayrı değerlendirilmektedir.

Ceza sorumluluğunun kişisel olması, olayın meydana gelmesinde etkili olan her failin kendi fiili ve kusuru ölçüsünde yargılanmasını gerektirir. Bu nedenle, kazanın oluşumuna katkı sunan birden fazla kişi varsa, her birinin sorumluluğu somut olay bağlamında, görev tanımları çerçevesinde ve kusur derecelerine göre belirlenir. Örneğin, şantiye şefinin yapı alanındaki güvenlik önlemlerini aldırmaması, yapı denetim görevlisinin işin kurallara aykırı yürütülmesine göz yumması ya da iş güvenliği uzmanının gerekli uyarıları yapmaması durumlarında, her biri kendi ihmaliyle orantılı biçimde cezaî sorumluluk altına girebilir.

Bu bağlamda, ceza mahkemeleri yalnızca fiilen kazaya neden olan davranışı değil, aynı zamanda kazaya zemin hazırlayan sistematik ihmalleri ve göz ardı edilen uyarıları da dikkate almaktadır. Bilirkişi raporları, görev tanımları, uyarı yazıları, eğitim tutanakları ve iç yazışmalar gibi belgeler, ilgili kişilerin yükümlülüklerini yerine getirip getirmediklerini ortaya koyar. Özellikle görevini yerine getirmesi gereken kişinin kazaya dair riskleri önceden bildiği hâlde müdahale etmediği veya tedbir alınmasını sağlamadığı sabit olursa, bu kişiye yönelik cezaî sorumluluk doğrudan gündeme gelir.

Görevini ihmal eden kişiler yalnızca asli fail olarak değil, bazı durumlarda yardım eden, azmettiren ya da ihmal suretiyle iştirak eden sıfatıyla da sorumlu tutulabilirler. Bu, ceza hukukunun iştirak hükümleri çerçevesinde değerlendirilen bir durumdur. Örneğin, iş güvenliği uzmanı tehlikeli bir durum hakkında yazılı uyarıda bulunmuş, ancak işveren bu uyarıyı dikkate almamışsa, doğrudan sorumluluk işverende kalabilir. Buna karşılık, uzman hiç uyarı yapmamış veya eksik rapor düzenlemişse, bu kez kendisi de cezai sorumluluk altına girer. Her somut olayda bu sorumlulukların sınırı, özen yükümlülüğü ve müdahale yükümlülüğü ilkeleri çerçevesinde değerlendirilir.

Ayrıca belirtmek gerekir ki, bu tür kişilerin sorumlulukları sadece ceza hukuku ile sınırlı değildir; aynı zamanda idari ve disiplin hukuku bakımından da yaptırımlarla karşılaşabilirler. Özellikle kamu görevlisi statüsündeki yapı denetim görevlileri, kamu kurumu adına görev yapan mühendis ve kontrolörler, iş kazalarına sebebiyet veren ihmalleri nedeniyle idari soruşturmaya tabi tutulabilir, görevden el çektirilebilir veya kamu zararına sebebiyet verdikleri gerekçesiyle tazminatla sorumlu tutulabilirler. Dolayısıyla iş kazalarında cezai, idari ve disipliner sorumluluk çoğu zaman iç içe geçmiş şekilde işlemekte ve her bir aktörün sorumluluğu çok yönlü olarak değerlendirilmektedir.

Bu suç tipi bağlamında özellikle önem arz eden husus, failin davranışının bilinçli taksir kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceğidir. Bilinçli taksir, failin tehlikeyi öngörmesine rağmen gerekli tedbiri almaması hâlinde oluşur. İş güvenliği önlemlerinin alınmaması gibi durumlar, uygulamada sıklıkla bilinçli taksir sayılmakta ve bu durumda cezada üçte birden yarıya kadar artırım yapılmaktadır. Dolayısıyla, bilinen ve önlenebilir risklere rağmen ihmalkâr davranış sergileyen işveren, daha ağır bir cezai yaptırımla karşı karşıya kalabilmektedir.

Taksirle yaralama suçlarında da mağdurun zararının giderilmesi, faile verilecek cezanın takdirinde etkili olabilir. Failin kazadan sonra mağdura maddi destek sağlaması, iyileşme sürecine katkıda bulunması, pişmanlık göstermesi gibi hususlar, mahkeme tarafından takdiri indirim sebebi olarak değerlendirilebilir (TCK m. 62). Ancak bu suç tipi bakımından da etkin pişmanlık hükümleri doğrudan uygulanmamaktadır.

İş kazalarına ilişkin cezai yargılamalarda bilirkişi raporları hayati önemdedir. Bu raporlar, işverenin iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine riayet edip etmediğini, kazanın öngörülebilir olup olmadığını, failin yükümlülüklerinin kapsamını ve kusur oranını somut biçimde ortaya koyar. Mahkemeler, bu raporları dikkate alarak failin dikkat ve özen yükümlülüğünü ihlal edip etmediğini değerlendirir.

Taksirle yaralama suçu, yalnızca ceza hukuku bakımından sonuç doğurmakla kalmaz; aynı zamanda mağdurun işverene karşı açacağı maddi ve manevi tazminat davalarında da doğrudan etkili olur. Ceza mahkemesi tarafından verilen mahkûmiyet kararı, her ne kadar hukuk mahkemeleri açısından bağlayıcı olmasa da, özellikle işverenin kusurunun ve olayın oluş şeklinin belirlenmesinde güçlü bir delil olarak kabul edilir. Bu karar, tazminat davası sürecinde hem zararın kaynağının ortaya konulmasında hem de işverenin hukuki sorumluluğunun ispatında önemli bir kolaylık sağlar. Ceza yargılamasında kusur sabit görülmüşse, bu durum hukuk hâkimi nezdinde kanaat oluşturucu bir etki doğurur ve mağdurun zararının tazmini yolunda davanın kabulüne katkı sunar. Bu nedenle, ceza mahkemesince verilen mahkûmiyet hükmü, özel hukuk sürecinde ispat yükünü önemli ölçüde hafifleten ve işverenin sorumluluğunu güçlendiren işlevsel bir araç niteliği taşır.

İş kazasından kaynaklı taksirle yaralamaya sebebiyet verme suçu, işverenin veya sorumlu diğer kişilerin iş sağlığı ve güvenliği yükümlülüklerine aykırı davranmaları sonucu bir çalışanın beden veya ruh sağlığının zarar görmesiyle oluşur. Bu suçun cezai müeyyideleri, yaralanmanın derecesine ve failin kusurunun ağırlığına göre değişmekle birlikte, işverenin hukuki ve cezai sorumluluğunu birlikte doğurur. Bu nedenle işverenlerin mevzuatla öngörülen mükellefiyetlere uymaları yalnızca çalışan sağlığını korumak açısından değil, kendi cezai sorumluluklarını bertaraf etmek bakımından da zorunludur.