Göçmen ve Sığınmacılar İçin Gözetim Altında Müdafilik

Göçmen ve sığınmacı statüsündeki bireylerin idari gözetim, sınır dışı işlemleri veya ceza soruşturmalarına tabi tutulmaları hâlinde, ceza avukatının yalnızca klasik savunma fonksiyonunu değil, aynı zamanda bireyin insan haklarına dayalı koruma mekanizmalarını da aktif biçimde işletmesi ve uluslararası hukuk normlarına uygun bir müdafilik anlayışı benimsemesi, dil engeli ve kültürel dezavantajlar gibi sebeplerle ortaya çıkabilecek ciddi hak ihlalleri riskini azaltmak bakımından yaşamsal bir önem taşımaktadır.

Göçmen ve sığınmacı statüsündeki yabancı uyruklu bireylerin, idari gözetim, sınır dışı işlemleri veya ceza soruşturmalarına tabi tutulmaları hâlinde, müdafilik hizmeti özel bir ihtimam gerektirmektedir. Zira bu bireyler, dil engeli, hukuki statü farklılıkları ve kültürel dezavantajlar nedeniyle adil yargılanma hakkından tam anlamıyla yararlanamamakta, dolayısıyla ciddi hak ihlalleri riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Ceza avukatı, yalnızca klasik savunma fonksiyonunu yerine getirmekle iktifa etmeyip, bireyin insan haklarına dayalı koruma mekanizmalarını da aktif biçimde işletmeli ve uluslararası hukuk normlarına uygun bir müdafilik anlayışı benimsemelidir.

Türk Ceza Hukuku’nda müdafilik hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının mütemmim cüzü olarak tanımlanmış, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nda ise ayrıntılı biçimde hükme bağlanmıştır. Lakin göçmen ve sığınmacıların ceza yargılamasına konu olmaları hâlinde, klasik muhakeme normlarının ötesinde, uluslararası insan hakları hukuku normlarının da dikkate alınması bir zaruret teşkil etmektedir. Şöyle ki, müdafiin etkin katılımı, sınır dışı edilme riski veya özgürlük hakkı ihlalleri gibi ağır sonuçların önüne geçmek bakımından yaşamsal önem taşımaktadır.

İfade alma ve sorgu aşamalarında tercüman desteğinin sağlanması, hem Ceza Muhakemesi Kanunu hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında zorunlu bir koruma tedbiri olarak telâkki edilmektedir. Halbuki uygulamada, tercümanların kalitesi veya doğru anlama-anlatma yeterliliği ekseriyetle göz ardı edilmektedir. Bu durumun yaratabileceği ağır hak ihlallerinin önüne nasıl geçilebilir? Cevap olarak, ceza avukatının tercümanın yetkinliğini ve müvekkilinin süreci anlayıp anlamadığını aktif şekilde denetlemesi gerektiği belirtilmelidir.

Bölge Adliye Mahkemeleri Ceza Daireleri ile Yargıtay kararlarında, müdafinin yalnızca şekli olarak bulunmasının değil, etkin şekilde sürece katılımının da adil yargılanma hakkı bakımından zorunlu olduğu kabul edilmektedir. Netice itibarıyla, savunma hakkı yalnızca teorik bir hak olmaktan çıkarılmalı, fiili kullanım imkânı sağlanmalıdır. Ceza avukatı, müvekkilinin hem idari hem cezaî süreçlerde gerçek anlamda savunulmasını temin etmekle mükelleftir.

Anayasa Mahkemesi kararlarında sıklıkla vurgulandığı üzere, özgürlüğünden mahrum bırakılan bireylerin, idari gözetim veya sınır dışı işlemlerine karşı etkili bir itiraz mekanizmasına sahip olmaları bir anayasal yükümlülüktür. Ancak, uygulamada bu mekanizmalar, bilhâssa yabancı uyruklu bireyler yönünden yeterli etkinlikte işletilmemektedir. Bu noktada ceza avukatının görevi, müvekkilini hakları konusunda bilgilendirmek ve her aşamada hak arama yollarını etkin biçimde kullanmaktır.

Göçmen ve sığınmacıların sınır dışı edilme süreçlerinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından geliştirilen "geri gönderme yasağı ilkesi kritik önemdedir. Şöyle ki, bireyin hayatı veya özgürlüğü tehdit altında olduğu hâllerde sınır dışı kararı alınması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesinin açık ihlalini teşkil eder. Müdafi, müvekkilinin sınır dışı edilmesinin doğurabileceği ağır sonuçları tetkik etmeli ve gerekli itiraz mekanizmalarını zamanında çalıştırmalıdır.

Yabancı uyrukluların idari gözetim kararlarının ekseriyetle otomatik ve şematik bir şekilde alınmakta olduğu, sahadaki pratiğe bakıldığında açıkça görülmektedir. Halbuki hem Türk hukuk düzeninde hem de AİHM içtihatlarında, özgürlüğü kısıtlayıcı her işlemin somut gerekçelere dayanması gerektiği vurgulanmaktadır. Burada sorulması gereken temel soru şudur: Her bireyin özel durumu dikkate alınmaksızın alınan gözetim kararları adil olabilir mi? Elbette ki olamaz; bilâkis bu durum, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının özüne dokunmaktadır.

İdari gözetim tedbirinin hukukî mâhiyetinin doğru anlaşılması büyük önem arz etmektedir. Şöyle ki, özgürlükten yoksun bırakma, hukuk devleti ilkesinin temel esaslarına göre istisnaî bir hâl olup, keyfilikten uzak, ölçülü ve bireyselleştirilmiş olmalıdır. Netice itibarıyla, idari makamların her gözetim kararında, ilgili şahsın somut özelliklerini ve bireysel durumunu göz önünde bulundurarak gerekçe oluşturması bir zorunluluk teşkil eder.

Türk mevzuatında 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile düzenlenen idari gözetim kararlarında, kişi bazlı bir değerlendirme yapılması gerektiği açıkça belirtilmiş olmakla birlikte, uygulamada bu hükmün binâen çoğunlukla şeklen yerine getirildiği müşahede edilmektedir. Bu durum ise, Bölge Adliye Mahkemeleri ve Yargıtay içtihatlarında "gerekçesiz özgürlük kısıtlaması" olarak telâkki edilmekte ve açık hak ihlali sayılmaktadır.

Peki, idari gözetim kararlarının bireysel durumları dikkate almaksızın verilmesi, hangi temel hakları ihlal etmektedir? Bu soruya verilecek cevap açıktır: Öncelikle kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ihlal edilmekte, ayrıca adil yargılanma ve insan onuruna saygı ilkeleri zedelenmektedir. Bilhâssa, Anayasa Mahkemesi kararlarında özgürlükten yoksun bırakmanın her aşamasında bireyselleştirme ilkesine riayet edilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında da, özgürlüğün kısıtlanması söz konusu olduğunda "keyfîlik yasağı" temel bir koruma standardı olarak öne çıkmaktadır. Şöyle ki, AİHM kararlarında, bireysel durumların dikkate alınmadığı idari tedbirlerin, Sözleşme’nin 5. maddesine aykırılık teşkil ettiği ve dolayısıyla uluslararası hukuk nezdinde devletin sorumluluğunu doğurduğu ifade edilmektedir. Ceza avukatı bu bağlamda, müvekkilinin özgürlük hakkının ihlal edilip edilmediğini titizlikle tetkik etmeli ve gerektiğinde etkin hukuk yollarını kullanmalıdır.

İdari gözetim kararlarının şematik bir yaklaşımla alınması, bilhâssa dezavantajlı konumda bulunan göçmen ve sığınmacı bireylerin adil yargılanma imkânını daha da zayıflatmaktadır. Lakin idari makamlar tarafından yapılan her işlemin hukukî denetime tabi olduğu ve keyfî uygulamaların yargısal yollarla iptal edilebileceği unutulmamalıdır. Bu sebeple, müdafinin müdahalesiyle bireyin özgürlüğü için etkili bir başvuru imkânı yaratılabilir.

Gözetim süresinin aşırı uzatılması da, otomatik ve şematik kararların doğurduğu ciddi sonuçlardan biridir. Zira gözetim altında bulunan bir bireyin her aşamada durumunun yeniden değerlendirilmesi bir zorunluluktur. Bu yükümlülüğün ihlali, gerek ulusal gerekse uluslararası hukuk bakımından ağır sonuçlar doğurabilmekte; devletin hem iç hukuk hem de AİHM önünde mahkûmiyetine sebebiyet verebilmektedir. Müdafi, bu noktada sürecin her safhasını dikkatle izlemeli ve bireysel hak ihlali risklerine karşı müvekkilini korumalıdır.

İdari gözetim kararlarında bireysel özelliklerin ve somut gerekçelerin dikkate alınmaması, sadece özgürlük hakkını değil, insan haklarına dayalı bütün hukuk sistemini zaafa uğratmaktadır. Bilâkis, bireyselleştirilmiş ve somut gerekçelere dayalı kararlar alınması, hukuk devletinin ve insan onurunun korunmasının vazgeçilmez bir şartıdır. Ceza avukatının bu süreçlerde üstlendiği aktif rol, hem bireysel adaletin sağlanması hem de sistematik hak ihlallerinin önlenmesi açısından kritik ehemmiyet arz etmektedir.

İdari gözetim altında bulunan bireyler için, özgürlüğün devamının her aşamada hukukî bir zemine dayanması gereklidir. Bu doğrultuda ceza avukatı, idari gözetim kararlarının süresini, gerekçesini ve ölçülülüğünü sürekli tetkik etmeli; gerekirse serbest bırakılma taleplerini ısrarlı şekilde mahkemelere taşımalıdır. İdari gözetimin keyfî uzaması durumunda, bireyin başvuru hakkı ve etkin hukuk yolu kullanımı, müdafinin proaktif davranması ile mümkün olabilmektedir.

Ceza soruşturmalarında, kötü muamele ve insan onuruna aykırı uygulamalar yönünden de müdafiin tetikte olması elzemdir. Aksi takdirde, mağduriyetler telâfi edilemeyecek boyutlara ulaşabilir. Şöyle ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarında, kötü muamele iddialarının etkili ve bağımsız şekilde soruşturulması yükümlülüğü getirilmiş, bu süreçte müdafi katılımının sağlanması adil yargılamanın gereği olarak kabul edilmiştir.

Uluslararası koruma statüsü, yalnızca sınır dışı işlemlerinde değil, ceza yargılamasının her aşamasında dikkate alınmalıdır. Ceza avukatı, müvekkilinin mülteci veya sığınmacı statüsünün doğurduğu özel koruma haklarını gözetmek ve bu haklara dayalı savunma stratejileri geliştirmek zorundadır. Bilhâssa, bireyin geri gönderilme tehdidi altında olup olmadığı detaylıca araştırılmalı ve buna göre hukuki strateji oluşturulmalıdır.

Göçmen ve sığınmacılar yönünden ceza muhakemesinde etkin müdafilik, yalnızca bireysel hakların korunması açısından değil, aynı zamanda hukukun üstünlüğünün tesisi bakımından da zarurîdir. Ceza avukatı, yalnızca prosedürleri takip eden pasif bir aktör değil; müvekkilinin temel hak ve özgürlüklerini savunan, ulusal ve uluslararası hukuku etkin şekilde kullanan aktif bir hak koruyucusu olmalıdır. Böyle bir yaklaşım, müdafiliğin gerçek mâna ve mâhiyetini ortaya koyar.