El Koyma Kararlarına İtiraz

El koyma, ceza muhakemesi hukukunda, suçla bağlantılı malvarlığı üzerinde geçici mülkiyet ve tasarruf kısıtlaması uygulanan bir tedbirdir. Bu kararlar, hukuki denetim ve ölçülülük ilkesi doğrultusunda sıkı denetime tabi tutulmalı, Sulh Ceza Hakimliği tarafından itiraz yolu ile denetlenmelidir.

El koyma, ceza muhakemesi hukukunda koruma tedbiri niteliği taşıyan ve şüpheli ya da sanığın zilyetliğinde bulunan veya suçla bağlantılı olduğu değerlendirilen eşya ve malvarlığı değerleri üzerinde geçici olarak mülkiyet ve tasarruf yetkisinin kısıtlanması amacıyla uygulanan bir önlemdir. Bu tedbirin uygulanması, hem birey hak ve özgürlüklerini hem de adil yargılanma ilkesini doğrudan etkileyen sonuçlar doğurduğundan, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak sıkı denetim mekanizmalarına tabi tutulması zorunludur.

Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) uyarınca, el koyma kararının alınabilmesi için kuvvetli suç şüphesinin bulunması, suçla bağlantının somut delillerle ortaya konması ve tedbirin ölçülülük ilkesine uygun olması gerekir. Bu çerçevede, özellikle 5271 sayılı CMK’nın 123 ila 134. maddeleri arasında düzenlenen el koyma hükümleri, yargı mercilerine bu tedbirin uygulanmasına dair ciddi bir sorumluluk yüklemektedir. Anılan hükümlerin uygulanmasında, temel haklara müdahale teşkil eden bu tür kararların sıkı bir yargısal denetime tabi tutulması gerektiği tartışmasızdır.

El koyma kararlarına karşı itiraz yolu, hukuki denetimin sağlanabilmesi bakımından önemli bir güvencedir. İtiraz merci olarak görev yapan Sulh Ceza Hakimliği, hem kararın şekli şartlara uygunluğunu hem de maddi hukuk yönünden haklılık gerekçesini denetlemekle yükümlüdür. Bu aşamada, özellikle ölçülülük ilkesi kapsamında müdahalenin zorunlu olup olmadığı, hedeflenen amaca ulaşmak için daha hafif bir tedbirin uygulanabilir olup olmadığı gibi hususlar değerlendirmeye tabi tutulur.

Ölçülülük ilkesi, temel hak ve özgürlüklere yönelik müdahalelerin, demokratik toplum düzeninin gerekleriyle orantılı olmasını gerektirir. Dolayısıyla, el koyma kararının amacını aştığı veya fail ile ilgisi bulunmayan üçüncü kişilerin temel haklarını ihlal ettiği durumlarda, bu tedbire karşı yapılacak itirazın kabul edilmesi hukuka uygun bir sonuç olacaktır. Bu çerçevede, mahkemelerden beklenen; müdahalenin amaca ulaşmada elzem olup olmadığını ve daha az müdahaleci bir yöntemle aynı sonuca ulaşmanın mümkün olup olmadığını tartışmaktır.

Üçüncü kişi hak sahipliği iddiaları ise uygulamada oldukça karmaşık durumlara yol açabilmektedir. Şüpheli veya sanıkla doğrudan ilişkisi olmayan kişilere ait olduğu iddia edilen eşya veya malvarlığı değerlerinin el konulması, mülkiyet hakkı bakımından ciddi bir müdahale anlamına gelir. Bu tür durumlarda, söz konusu üçüncü kişilerin yargılama sürecine müdahil olabilmesi ve haklarını koruyabilmesi için etkin bir başvuru mekanizması öngörülmelidir. Bu bağlamda, mülkiyet hakkının korunması bakımından gerek ulusal gerekse uluslararası insan hakları hukukunda önemli güvenceler mevcuttur.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarına göre, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin “yasayla öngörülmüş” olması ve kamu yararına dayanması yeterli olmayıp, müdahalenin bireye orantısız bir yük getirmemesi de gerekir. Aynı şekilde, Anayasa Mahkemesi de bireysel başvuru kararlarında, el koyma tedbirinin özellikle üçüncü kişilerin mülkiyet hakkını ihlal edecek şekilde geniş yorumlanmasını Anayasa’nın 35. maddesi kapsamında hak ihlali olarak değerlendirmektedir. Bu nedenle, uygulamada, mahkemeler tarafından yapılan ölçülülük değerlendirmesi yalnızca soyut gerekçelere dayanmamalı, somut olayın özelliklerine göre detaylı bir analiz içermelidir.

El koyma tedbirinin hukuka uygunluğu sadece ilk karar aşamasında değil, devam eden yargılama süreci boyunca da gözetilmelidir. Özellikle tedbirin uzun süre kaldırılmaması veya suçla ilgisi kalmadığı anlaşılan malvarlıklarına ilişkin koruma tedbirlerinin devam ettirilmesi, hak ihlali iddialarını doğurabilir. Bu çerçevede, Bölge Adliye Mahkemeleri ve Yargıtay kararlarında, el koyma tedbirlerinin gerekliliğinin ve devamlılığının somut gerekçelerle izah edilmediği durumlarda kararların kaldırıldığı görülmektedir. Yargı mercilerinin bu konuda yeknesak ve hakkaniyete uygun bir uygulama geliştirmesi, hukuk güvenliği ilkesinin bir gereğidir.

İtiraz sürecinde ileri sürülen delil ve beyanların, el koyma kararının hukuki denetiminde esaslı öneme sahip olduğu açıktır. Bu kapsamda, müdafii veya vekil tarafından sunulan itiraz dilekçelerinde, somut olayın hukuki niteliği, mülkiyetin kime ait olduğu, suçla illiyet bağı olup olmadığı ve müdahalenin orantılılığı gibi hususlara ilişkin güçlü argümanlar sunulmalıdır. Sulh Ceza Hakimliği de bu beyan ve talepleri dikkate alarak, kararında açık, net ve gerekçeli bir değerlendirme yapmakla yükümlüdür.

Ceza hukukunun temel prensiplerinden olan “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi, el koyma tedbirinin uygulanmasında da dolaylı olarak etkili olmalıdır. Şüpheli veya sanıkla doğrudan ilgisi olmayan eşya ya da malvarlıkları üzerinde yapılan müdahalelerde, suçla bağlantı yeterince ortaya konulamamışsa, bu tedbirin uygulanması ve sürdürülmesi hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacaktır. Özellikle üçüncü kişilerin temel hak ve özgürlüklerini etkileyen tedbirler açısından, yargı mercilerinin daha yüksek bir dikkat ve özen göstermesi gereklidir.

El koyma kararına karşı yapılan itirazın reddi halinde, ilgililerin Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı saklıdır. Anayasa Mahkemesi, özellikle son yıllarda bu tür başvurularda mülkiyet hakkının ihlali yönünde birçok karar vermiştir. Bu kararlar, uygulayıcılar açısından hem bir içtihat kaynağı hem de koruma tedbirlerine ilişkin anayasal sınırların çizilmesi bakımından önem arz etmektedir. Mahkemelerin karar verirken bu içtihadi gelişmeleri dikkate almaları gerekmektedir.

Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6. ve 1 No’lu Protokol’ün 1. maddeleri uyarınca adil yargılanma hakkı ve mülkiyet hakkı kapsamında yapılan başvurularda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi el koyma kararlarının usule uygun alınmaması, gerekçesiz olması ve uzun süre devam ettirilmesi gibi nedenlerle hak ihlali tespitinde bulunmaktadır. Bu nedenle, ulusal yargı organlarının karar alma süreçlerinde AİHM içtihadına paralel bir yaklaşım sergilemeleri, uluslararası hukukla uyum açısından zorunludur.

Sonuç olarak, el koyma kararlarına karşı itiraz süreci, yalnızca teknik bir usul işlemi değil, aynı zamanda bireyin mülkiyet hakkının, adil yargılanma hakkının ve hukuk güvenliği ilkesinin korunmasına yönelik önemli bir güvencedir. Bu bağlamda, itiraz merciinin gerek karar verirken gerekse üçüncü kişi iddialarını değerlendirirken anayasal ilkeler, uluslararası sözleşmeler ve yüksek mahkeme içtihatları doğrultusunda titiz bir değerlendirme yapması beklenmektedir. Her somut olayda, bireyin hakları ile kamu yararı arasındaki denge gözetilmeli, müdahale ölçüsüz olduğu takdirde tedbir kaldırılmalıdır.

El koyma kararlarına karşı yürütülecek itiraz süreci, yalnızca bir yargısal denetim mekanizması olmanın ötesinde, ceza muhakemesi sisteminde bireyin mülkiyet hakkını ve adil yargılanma güvencelerini koruyan temel bir hukuki güvenlik aracıdır. Bu süreçte yapılacak itirazın şekli ve içeriği, el koyma tedbirinin kaldırılması ya da kapsamının daraltılması bakımından belirleyici rol oynamaktadır. Kararın hukuka uygunluk denetimi sırasında, ilgili mevzuat hükümlerinin, yerleşik yüksek yargı içtihatlarının ve anayasal normların doğru biçimde yorumlanması gerekir. Bu bağlamda, itirazın dayandığı hukuki argümanların sistematik, ölçülülük ve kanunilik ilkelerine uygun şekilde temellendirilmesi, başvurunun etkili bir hak arama yoluna dönüşmesini sağlar.

Bu sürecin karmaşıklığı ve yüksek teknik içeriği dikkate alındığında, müdafi veya vekil desteğiyle hareket edilmesi, hak kayıplarının önlenmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Müdafiin, el koyma tedbirinin dayandığı maddi ve hukuki gerekçeleri analiz ederek, sürece özgü normatif çerçevede savunma stratejisi geliştirmesi; üçüncü kişi hak sahipliği iddialarını delillendirmesi ve anayasal güvenceleri somut olaya uygulayarak etkili bir itiraz mekanizması oluşturması mümkündür. Ayrıca, başvuru yollarının etkin ve usule uygun şekilde işletilmesi, iç hukuk yolları tüketildikten sonra Anayasa Mahkemesi’ne veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapma hakkının güvence altına alınması açısından da kritik rol oynamaktadır. Dolayısıyla, koruma tedbirlerine karşı yürütülen hukuki süreçlerin yalnızca şekli bir kontrol alanı değil; hakların etkin biçimde korunmasını sağlayan, uzmanlık gerektiren ve bireyin hukuk devleti güvenceleriyle temas ettiği bir alan olduğu unutulmamalıdır.