Velayet Davaları
Velayet davası, boşanma hâlinde çocuğun kimin yanında kalacağına ilişkin kararı içeren ve çocuğun üstün yararını esas alan bir yargı süreci olup, esaslı ve sürekli değişiklikler hâlinde velayetin değiştirilmesi de mümkün olabilmektedir.
Boşanmakta olan eşler açısından, müşterek çocukların velayeti meselesi boşanma kararını verecek olan Mahkemece karara bağlanacaktır. Ancak boşandıktan sonra da, haklı nedenlerin mevcut olması hâlinde, velayetin değiştirilmesi için dava açılabilecektir.Velayetin boşanma kararına bağlı fer’i bir mesele olarak değerlendirilmesi, kanun koyucunun aile yapısını koruma iradesinin bir tezahürüdür. Zira yasa, ebeveynlerin haklarını değil, çocuğun üstün yararını öncelemekte; bu bağlamda velayet, kamu düzenini ilgilendiren bir müessese mâhiyetinde telâkki edilmektedir. Şöyle ki, mahkeme boşanma esnasında verdiği velayet kararını nihai bir hüküm gibi görünse de, aslında bu karar değişen şartlar karşısında revize edilebilecek dinamik bir düzenleme özelliği taşır. Halbuki birçok kişi bu kararların mutlak ve değişmez olduğu kanaatindedir. Lakin hukuk sistemimiz, çocuğun menfaatine aykırı durumlarda bu kanaati bilâkis geçersiz kılmaktadır.
Boşanma sonrası velayet değişikliği davası açmak isteyen tarafların, haklı sebeplerin varlığını tafsilâtla ortaya koymaları gerekmektedir. Misal olarak, ebeveynin ekonomik şartlarında radikal bir değişiklik, çocuğun sağlık ve eğitim ihtiyaçlarının farklılaşması yahut ebeveynin yaşam koşullarında esaslı dönüşümler olması hâlinde dava açma imkânı doğar.
Velayet meselesi, aile hukuku çerçevesinde mütalaa edildiğinde, yalnızca ebeveynler arasındaki bir hak paylaşımı gibi telâkki edilmemeli; bilâkis çocuğun üstün yararı ilkesi doğrultusunda şekillenen, kamu düzenine dair bir müessese olarak kabul edilmelidir. Türk Medenî Kanunu’nun 183 ve 184. maddeleri mucibince, boşanma kararının fer’i niteliğindeki velayet hususu, hâkim tarafından resen değerlendirilmektedir. Zira bu noktada tarafların iradeleri, çocuğun hakları karşısında sınırlıdır.
Velayetin kamu düzenine dair bir mesele olması, mevzuatın çocuğu merkeze almasının doğal bir sonucudur. Bu düzenleme, adalet ilkesi çerçevesinde yalnızca ebeveynlerin menfaatini değil, toplumun geleceği olan çocuğun menfaatini korumaya yöneliktir. Velayet davalarında hâkim, tarafların anlaşmasına veya iradesine bağlı olmadığı gibi, karar verirken inceleme raporlarını, pedagog mütalaalarını ve çocuğun gelişimsel ihtiyaçlarını tetkik ederek bir ilâm tesis etmektedir.
Velayet hakkı, esasen bir mükellefiyet mefhumu taşıdığından, bu yetkinin kullanılması sürecinde ebeveynin kişisel menfaatlerinden ziyade çocuğun ruhsal, bedensel ve eğitsel gelişimi nazara alınmalıdır. Bu itibarla, alanında uzman bir hukuk bürosunca hazırlanan dilekçelerde ya da avukat mütalaalarında, çocuğun pedagojik ihtiyaçları ve sosyal çevresi tafsilâtla tetkik edilmekte, bu husus yargılamada belirleyici olmaktadır. Hukukî temsilin bu derece ehemmiyet kazanmasının nedeni, uyuşmazlığın salt ebeveyn menfaatlerinden ayrışarak, üçüncü bir şahsın yani çocuğun hukukî durumunu ihtiva etmesidir.
Velayet hakkının yalnızca bir yetki değil, bilâkis ağır bir sorumluluk olarak düzenlenmiş olması, mevzuatın çocuğu merkeze alma anlayışının bir sonucudur. Kanun, ebeveynlerin kendi çıkarlarını öncelemesini değil, çocuğun bütüncül gelişimini garanti altına almayı hedefler. Bu nedenle, hâkim nezdinde açılan davalarda avukatların sunduğu belgelerde çocuğun psikolojik durumuna, eğitim hayatına ve sosyal çevresine dair hususlar müteaddiden vurgulanır.
Bu bağlamda şu soruyu sorabiliriz: Velayet kararı verilmiş olsa bile, bu karar değiştirilebilir mi? Mevzuat uyarınca, boşanma sonrasında ortaya çıkan ve süreklilik gösteren değişiklikler neticesinde velayet kararı yeniden müzakere edilebilir. Bu müessese, statik değil dinamik bir telâkki ile şekillenmiştir. Mahkemeler, özellikle Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Daireleri nezdinde istikrar kazanmış içtihatlarda, değişen hâl ve şartların çocuğun menfaatini zedelediği kanaatine varıldığında, velayet hakkının diğer ebeveyne devrini uygun görmektedir.
Velayet kararının değiştirilebilir olması, kanun koyucunun çocuğun yararını mutlak bir ölçüt olarak kabul ettiğini gösterir. Bu yaklaşımda, ebeveynlerin iradeleri değil, çocuğun yaşamındaki hakikî ihtiyaçlar belirleyicidir. Velayet hakkı kesin bir kazanım olmayıp, değişen koşullara göre yeniden düzenlenebilir bir hukukî statüdür. Şöyle ki, ebeveynlerden birinin yaşam koşulları köklü bir şekilde değiştiğinde, bu durum çocuğun menfaatine doğrudan tesir eder. Halbuki velayetin yalnızca boşanma anındaki koşullara göre belirlendiğini tahâyyül etmek büyük bir yanılgıdır. Bilâkis yasa, çocuğun menfaatinin sürekliliğini esas alarak her dönemde yargının müdahalesine imkân tanır. Bu hâliyle, velayet kararının değişebilir olması, ebeveynlerin haklarını değil, çocuğun menfaatlerini merkeze alan dinamik bir sistemin göstergesidir. Bu mülâhaza ile mahkemeler, velayet değişikliğini keyfî bir işlem olarak değil, yalnızca çocuğun menfaatine hizmet eden zorunlu bir adalet mekanizması olarak görmektedir.
Velayetin kendisine bırakılan tarafın durumunda yahut çocuğun durumunda esaslı değişikliklerin olması ve bu değişikliklerin süreklilik arz etmesi durumunda, velayet değişimi talep edilebilecektir.
Esaslı değişiklik mefhumu, mevzuatta mutlak olarak tanımlanmasa da, yargı içtihatları ile şekillenmiş bir kavramdır. Binâen buna, mahkemeler velayet değişikliği taleplerinde ebeveynin sosyal hayatındaki dönüşümleri, sağlık durumundaki değişiklikleri ve ekonomik koşullarını tetkik ederek karar vermektedir. Bu da velayet meselesinin statik değil, esnek ve hayatın değişken şartlarına uygun bir kurum olduğunu göstermektedir.
Ebeveynin çocuğa yönelik şiddet içeren davranışları, ağır ihmalleri veya psikolojik yetersizlikleri, esaslı değişiklik kapsamında değerlendirilir. Halbuki yalnızca geçici maddî sıkıntılar veya basit anlaşmazlıklar bu kapsama dâhil edilmez. Bu mülâhaza ile mahkemeler, velayet değişikliğini yalnızca sürekli ve derinlikli bir olumsuzluk mevcut olduğu hâllerde mümkün görmektedir.
Bu bağlamda, esaslı değişiklik şartının aranması, velayet hakkının istismar edilmesini önlemeyi amaçlar. Lakin bu şart, çocuğun menfaatine aykırı sonuçlar doğurmamalıdır. Bu nedenle hâkim, her somut olayda delilleri tafsilâtla tetkik eder ve neticeyi çocuğun üstün yararı ilkesine göre belirler. Velayet değişikliği taleplerinde keyfî kararların önüne geçilmesi sağlanmaktadır.
Yargı içtihatları, “esaslı değişiklik” mefhumunu yalnızca maddî imkânlarla sınırlı görmeyip, ebeveynin psikolojik durumu, çocuğa yönelik ilgisizlik, eğitime dair ihmal, çevresel olumsuzluklar ve şiddet vakaları gibi müteaddiden unsurlar üzerinden de değerlendirmektedir. Avukatlar, bu tür davalarda çoğunlukla sosyal hizmet uzmanlarının raporlarını, pedagog görüşlerini ve öğretmen beyanlarını delil olarak mahkemeye sunmakta; bu da kararın ilmî zeminde şekillenmesine imkân tanımaktadır.
Esaslı değişikliklerin kapsamının bu kadar geniş tutulması, kanun koyucunun çocuğun üstün yararını merkeze alan yaklaşımının tabiî bir neticesidir. Halbuki yalnızca ekonomik verilerle sınırlı bir inceleme, çocuğun ruhsal ve sosyal gelişiminde ortaya çıkan sorunları görmezden gelirdi. Bu itibarla, mevzuatın esnek yoruma imkân tanıyan yapısı, hâkimlerin sosyal inceleme raporları ve uzman görüşlerinden istifade ederek daha adil karar vermelerine vesile olmaktadır. Şöyle ki, bir ebeveynin çocuğun eğitimine ilgisiz kalması, düzenli okula göndermemesi veya psikolojik şiddet uygulaması, ekonomik gücün varlığına rağmen velayet hakkının yeniden gözden geçirilmesini gerektirebilir. Bu durumda, yasa ve içtihatlar çocuğun haklarını önceler ve ebeveynin menfaatini ikinci plana iter. Bilhassa bu husus, çocuk merkezli adalet anlayışının en somut tezahürüdür.
Ayrıca, velayetin değişikliği talepleri sadece tarafların iddialarıyla değil, delillerin bütüncül analiziyle mümkündür. Bu hâliyle hukuk bürosu tarafından yapılan hazırlık ve yürütülen yargılama faaliyetleri, dosyanın istikbali açısından belirleyici rol üstlenir. İçtihatlarda, velayet değişikliğine ilişkin taleplerin soyut ve belirsiz gerekçelere değil, somut ve süreklilik gösteren durumlara binâen ileri sürülmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Delillerin bütüncül şekilde değerlendirilmesi, adalet ilkesinin bir gereği olarak telâkki edilmelidir. Şöyle ki, yalnızca taraf beyanlarına dayanılarak verilen bir karar, çocuğun haklarını ihmal edebilir. Halbuki sosyal hizmet raporları, öğretmen mülâhazaları ve psikolog görüşleri birlikte değerlendirildiğinde, daha gerçekçi ve hakkaniyete uygun bir hüküm kurulabilir.
Bu bağlamda, avukatların hazırladığı dilekçelerde müteaddiden delil sunmaları, dosyanın ciddiyetini artırır. Lakin delillerin soyut ve belirsiz kalması hâlinde, mahkeme talepleri reddetmektedir. Bu itibarla, velayet değişikliği davalarında taraf vekillerinin görevi yalnızca talep ileri sürmek değil, talepleri somutlaştırmak ve ispat yükünü hakkıyla yerine getirmektir.
Velayetin değişikliği, keyfî bir işlem olmayıp, çocuğun menfaatine açıkça aykırılık teşkil eden hâllerde mümkün olur. Şöyle ki, mahkeme kararları sadece ebeveynin haklarına değil, çocuğun gelişimine yönelik somut bulgulara da dayanmak zorundadır. Nitekim birçok karar, sadece ekonomik imkân yetersizliğine dayalı değişiklik taleplerini reddetmekte; bunun yerine çocuğun düzenli eğitimi, barınma koşulları, sosyal çevresi ve psikolojik güvenliği gibi kriterleri esas almaktadır.
Bu yaklaşım, velayet kararlarının yalnızca şekli unsurlara değil, maddî hakikâte dayalı olarak tesis edilmesini sağlar. Halbuki sırf maddî imkânsızlık gerekçesiyle yapılan talepler, çocuğun bütüncül menfaatlerini karşılamaya yetmez. Bu nedenle mahkemeler, bilhassa çocuğun sosyal ve duygusal güvenliğini öncelikli kriter olarak benimsemektedir. Velayet değişikliği talepleri yalnızca çocuğun yaşamını doğrudan etkileyen sebeplere binâen kabul görür. Lakin keyfî ya da ebeveynin kişisel menfaatlerini önceleyen gerekçeler, mevzuat nezdinde dikkate alınmaz. Böylelikle adalet, ebeveynler arasındaki çekişmeye değil, çocuğun geleceğine odaklanır.
Ülkemizin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar da dikkate alınarak, çocuğun belli bir düzeyde anlama ve ifade yeteneğine gelmesi durumunda, çocuğun da görüşünün alınması sağlanmaktadır.
Çocuğun görüşüne başvurulması, kanun ve mevzuat hükümlerinin ötesinde, adaletin vicdanî boyutunu da teminat altına alır. Şöyle ki, çocuk yalnızca bir dava nesnesi değil, aynı zamanda hakları bulunan müstakil bir birey olarak telâkki edilmektedir. Bu yaklaşım, çocuğun iradesinin hiçe sayılmaması gerektiği yönündeki uluslararası mukarreratla da uyumludur. Bu bağlamda, çocuğun görüşüne başvurulması, hem iç hukukta hem de uluslararası hukukta müteaddiden teyit edilmiş bir yükümlülüktür. Bilhassa çocuğun yaşına ve algı düzeyine uygun şekilde dinlenmesi, yargılamanın hakkaniyetini artırır. Halbuki bu uygulamanın ihmal edilmesi hâlinde, çocuğun menfaati zedelenir ve karar, adalet ilkesine aykırı bir mâhiyet kazanır. Mahkeme nezdinde gerçekleştirilen görüşmelerde çocuğun baskıdan uzak, özgür iradesini ortaya koyabilmesi büyük önem arz eder. Misal olarak, çocuğun ebeveynlerinden birinin telkiniyle değil, bağımsız olarak beyanda bulunması, hükmün hakikâte en uygun şekilde tesis edilmesine imkân tanır. Bu düzenleme izahtan varestedir ki, çocuğun iradesi ancak özgürlük ortamında hakikî değer kazanır.
Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme başta olmak üzere tarafı olduğumuz uluslararası hukuk metinleri, çocuğun haklarını tanımlarken onun birey olarak müstakil görüş hakkını da tanımaktadır. Bu minvalde, çocuğun yaşına, algı düzeyine ve gelişimsel kapasitesine göre beyanına başvurulması, Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca iç hukuk normlarıyla mütekabil seviyededir. Bilhâssa 12 yaşını geçmiş çocukların görüşleri, uygulamada mahkeme kararlarını etkileyici kuvvette değerlendirilmektedir. Bu düzenleme, mevzuatımızın uluslararası yükümlülüklerle uyumlu olduğunu göstermektedir. Şöyle ki, Anayasa’nın 90. maddesi mucibince, milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir ve bunlar temel haklar alanında iç hukuka üstünlük tanır. Bu nedenle çocukların görüşüne başvurulması yalnızca bir teamül değil, hukuken bağlayıcı bir yükümlülük telâkki edilir. Bilhassa 12 yaş ve üzerindeki çocukların görüşlerinin dikkate alınması, onların gelişimsel kapasitelerine uygun bir uygulama olarak değerlendirilir. Halbuki daha küçük yaşlardaki çocukların beyanları tamamen göz ardı edilmez; bu beyanlar pedagojik değerlendirmelerle birlikte mahkeme kararında mütalaa edilir. Böylelikle çocuğun sesi, adaletin tesisinde doğrudan rol oynamış olur.
Çocuğun görüş hakkı yalnızca sembolik bir hak değil, doğrudan kararın esası üzerinde tesir doğuran bir unsurdur. Bu mülâhaza ile yargı, çocuğun bireyselliğini tanır ve onu yalnızca ebeveynler arasındaki çekişmenin pasif öznesi olmaktan çıkarır. Bu yaklaşım, adil yargılanma mefhumu ile çocuk hakları hukukunun kesiştiği noktada yer almaktadır.
Bu uygulama, velayet davasında mahkemenin takdir yetkisini daraltmasa da, karara gerekçe oluştururken çocuğun iradesini ihmal etmeyecek şekilde bina edilir.
Çocuğun görüşünün karara etkisi, kanun koyucu tarafından sınırlı tutulsa da, hâkimin takdirini yönlendiren önemli bir parametredir. Zira hâkim, çocuğun menfaatini gözetirken onun iradesini de göz ardı edemez. Ancak çocuğun beyanı tek başına belirleyici olmayıp, diğer delillerle birlikte değerlendirilir. Çocuğun iradesi her durumda mutlak surette uygulanacak bir unsur değildir. Halbuki bazı hâllerde, çocuk bir ebeveynin etkisi altında kalarak kendi menfaatine aykırı tercihlerde bulunabilir. Bu nedenle hâkim, çocuğun beyanını tafsilâtla tetkik eder ve onu diğer delillerle mukayese ederek karar verir. Çocuğun görüşüne başvurulması, adaletin hem şekli hem de maddi boyutunun teminatıdır. Bu itibarla, hâkim çocuğun iradesini dikkate almakla yükümlüdür, lakin bu iradeyi tek başına hüküm kurucu unsur telâkki etmez. Yargı organı hem çocuğun haklarını korur hem de toplum düzenini gözeten bir ilâm tesis eder.
Burada bir diğer önemli husus da şudur: çocuk görüşünü beyan ederken herhangi bir baskı altında kalmamalıdır. Zira aksi durumda çocuğun menfaati zedelenebilir ve bu da hem iç hukuk hem de mukarrerat kapsamında açık bir hak ihlali telâkki edilebilir. İlgili yasa ve mevzuat hükümleri, çocuğun menfaatini adalet ilkesi çerçevesinde güvence altına almakla mükelleftir.
Çocuğun baskı altında beyan vermesi hâlinde, bu beyanın hükme esas alınması mümkün değildir. Halbuki taraflardan biri çocuğun iradesini yönlendirmeye kalkışırsa, bu durum adaletin tesisine engel olur. Bu nedenle mahkemeler, çocuğun görüşünü pedagojik yöntemlerle ve uzman eşliğinde almayı tercih eder.
Bu bağlamda, sosyal hizmet uzmanlarının ve pedagogların raporları, çocuğun beyanlarının güvenilirliğini artırır. Binâen buna, çocuğun görüşünün delil değeri kuvvetlenir ve mahkeme daha sağlıklı bir kanaate ulaşır. Bu mülâhaza ile yargı, çocuğun menfaatini sahici şekilde korur.
Çocuğun iradesinin baskıdan uzak alınması, adaletin olmazsa olmazıdır. Bu itibarla, mevzuat yalnızca ebeveynlerin değil, doğrudan çocuğun haklarının korunmasına hizmet eder. Misal olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında da çocuk iradesinin özgürce alınmaması, hak ihlali telâkki edilmektedir.
Velayetin değişikliği talepleri Mahkemece haklı bulunması hâlinde bu yönde değişiklik kararı verilecektir. Bu noktada, mahkemenin rolü tarafsız bir hakem olmaktan ziyade, çocuğun menfaatini gözeten bir koruyucu otorite olmaktır. Şöyle ki, hâkim yalnızca ebeveynler arasındaki çekişmeyi çözmez; bilâkis çocuğun geleceğini garanti altına alacak bir karar tesis eder.
Velayet değişikliğine ilişkin davalarda hâkim, tarafların dilekçelerde ileri sürdükleri iddia ve beyanları birlikte tetkik ederek; çocuğun yüksek yararını önceleyen, taraflar arası dengenin muhafaza edildiği bir karar vermekle yükümlüdür. Bu bağlamda mahkemeler, sosyal inceleme raporları, uzman görüşleri, tanık beyanları ve somut olayın özelliklerine göre değerlendirme yapmaktadır. Hukuk bürosu tarafından dosyaya sunulan belgeler, dilekçelerde yer alan gerekçeler ve avukat tarafından yapılan sözlü açıklamalar, hâkimin karar sürecine doğrudan etki eden unsurlar olarak karşımıza çıkar. Bu yaklaşım, adaletin yalnızca soyut kanun hükümleriyle değil, somut hakikatlerle de tesis edilmesini sağlar.
Bu sürecin teknik ve hukuki boyutlarının yanı sıra, sosyolojik ve psikolojik yönleri de ihtiva etmesi sebebiyle, meselenin çok boyutlu değerlendirilmesi icap etmektedir. Yargılama neticesinde verilecek olan ilâm, yalnızca tarafları değil, çocuğun tüm geleceğini etkileyecek mahiyettedir. Bu yüzden açılan davalarda, hakkın kötüye kullanılması ya da keyfî taleplerle yargının meşgul edilmesi hâlinde, mahkemeler hem vekâlet ücretine hükmetmekte hem de haksız talepte bulunan tarafın davranışını mukabilinde değerlendirerek karar tesis etmektedir.
Velayet yargılamasının çok boyutlu olması, adaletin yalnızca mevzuata sıkışmadığını, bilâkis toplumsal ve psikolojik unsurlarla desteklendiğini gösterir. Halbuki yalnızca kanun hükümlerine dayanarak verilecek kararlar, çocuğun geleceğini korumada yetersiz kalabilir. Bu nedenle hâkimler, ilâm tesis ederken sosyolojik ve psikolojik raporlardan müteaddiden istifade eder.
Velayet davaları ve bilhâssa velayet değişikliği davaları, yalnızca formel hukukî bilgiyle değil; çocuk gelişimi, sosyal çevre ve ebeveyn yeterliliği gibi alanlarda da uzmanlık gerektirmektedir. Bu hâliyle, işbu sürecin başarıyla yürütülebilmesi için yalnızca mevzuat bilgisine değil, aynı zamanda yargı içtihatlarını bilen, hak ve menfaatleri müstakilen değerlendirme kabiliyetine sahip bir avukattan istifade edilmesi elzemdir. Zira çocukla ilgili kararlar, yalnızca bugünü değil, onun geleceğini ve sosyal kimliğini de şekillendirmektedir. Bu meyanda, aile hukuku ve çocuk hakları hukuku kesişiminde çalışan tecrübeli bir avukatın katkısı, adil yargılamanın sağlanmasına da hizmet etmektedir.
Velayet davaları alanında Hukuk Büromuzca sunulan hizmetler şu şekildedir:
Boşanma Sürecinde Velayet Talebi Hazırlığı
Velayet meselesi, boşanma davalarında mahkemenin resen karar vermekle yükümlü olduğu bir mesele olup, çocuğun üstün yararını esas alarak tesis edilir. Bu bağlamda, hukuk bürosu tarafından hazırlanan dilekçelerde tarafların ebeveynlik kapasitesi, ekonomik durumları, sosyal çevreleri ve çocuğa sağladıkları bakım koşulları tafsilâtla tetkik edilir. Avukat, müvekkilin velayet hakkını elde edebilmesi için gerekli tüm bilgi ve belgeleri mevzuata uygun biçimde toparlayarak, kanunî zeminde savunmasını inşa eder. Şöyle ki, Türk Medeni Kanunu’nun 336 ve 337. maddeleri mucibince, boşanma hâlinde müşterek çocuğun velayeti hâkim tarafından bir ebeveyne bırakılır ve bu kararın verilmesinde çocuğun menfaati her türlü şahsi menfaatin üstündedir.
Velayet Değişikliği Davası Açılması
Boşanma kararından sonra meydana gelen esaslı ve süreklilik arz eden değişiklikler hâlinde, velayetin değiştirilmesi mümkündür. Hukuk bürosu tarafından açılan bu davalarda, mevcut velayet sahibi ebeveynin yaşam tarzındaki olumsuz dönüşümler, çocuğun gelişimine olumsuz etki eden yeni koşullar veya diğer ebeveynin yaşamında meydana gelen iyileşmeler tafsilâtla mahkemeye sunulur. Bu itibarla, avukat tarafından dava dilekçesi hazırlanırken, müvekkil lehine oluşturulabilecek delillerin tamamı binâen tetkik edilerek adaletin tesisi hedeflenir. Bu tür davalarda mefhum, velayetin kimin hakkı olduğu değil, çocuğun menfaatine hangi tarafın daha uygun ebeveyn olduğu sorusudur.
Çocuk Görüşme (Kişisel İlişki) Düzenlemesi Talepleri
Velayet kendisine verilmeyen ebeveyn ile çocuk arasında kişisel ilişki tesis edilmesi, çocuk açısından bir hak olup, hukukî açıdan düzenlenmesi gereken bir müessesedir. Avukat tarafından hazırlanacak taleplerle, bu ilişkinin günü, saati ve mekânı mahkemece belirlenir. Hâliyle, kişisel ilişki düzenlemeleri sırasında tarafların kötü niyetli davranışlarını önlemek için, avukatlık mütalaasında müteaddiden güvenlik tedbirleri teklif edilebilir. Yasa, çocuğun anne ve babası ile düzenli görüşmesini öngörmekle birlikte, bu ilişkinin çocuğun huzurunu bozacak şekilde kullanılmasına da müsaade etmemektedir.
Çocuğun Yurt Dışına Çıkışına İzin Davaları
Velayet hakkına sahip olmayan ebeveynin izni olmaksızın çocuğun yurt dışına çıkarılması, kanun mucibince suç teşkil edebileceğinden, bu hususta izin alınması elzemdir. Avukat aracılığıyla açılacak dava ile çocuğun eğitim, sağlık veya sosyal sebeplerle yurt dışına çıkması hâlinde yasal engeller bertaraf edilir. Bu tür davalarda mahkemeler, hem çocuğun menfaatini hem de diğer ebeveynin velayet üzerindeki haklarını mülâhaza eder. Mukabilinde alınan ilâm, emniyet birimleri ve idari makamlar nezdinde bağlayıcı hüküm teşkil eder.
Sosyal İnceleme Raporlarının Değerlendirilmesi
Mahkeme, velayet davalarında sosyal inceleme raporu (SİR) talep ederek tarafların ebeveynlik yeterliliklerini uzman görüşüyle tetkik eder. Hukuk bürosu, bu raporlarda yer alan tespitlerin müvekkil aleyhine yorumlanmaması için bilimsel ve hukukî karşı argümanlar geliştirir. Misal olarak, pedagog ya da psikolog tarafından yapılan değerlendirmeler eksik ya da taraflıysa, avukat bu raporun yenilenmesini ya da farklı bir uzmandan mütalaa alınmasını talep edebilir. Bu süreçte, adaletin tesisi adına çocuğun duygusal ve fiziksel güvenliğine odaklanılır.
Çocuğun İfadesinin Alınmasında Hukukî Destek
Taraf olduğunuz velayet davasında, çocuk yeterli idrak yaşına ulaşmışsa mahkeme görüşünü alabilir. Bu görüşmenin pedagojik çerçevede yapılması, çocuğun psikolojik baskıya maruz kalmaması açısından önemlidir. Avukat, çocuğun beyanının alınacağı ortamın usulüne uygun olarak sağlanmasını talep ederek, çocuğun ifadesinin kanun ve mukarrerat doğrultusunda değerlendirilmesine katkıda bulunur. Hâlbuki birçok davada, çocuk beyanları gerektiği gibi kayıt altına alınmamakta ve bu da telâfi edilemeyecek hak kayıplarına yol açmaktadır.
Velayet Davalarında Geçici Tedbir Talepleri
Dava devam ederken çocuğun bakım, sağlık, eğitim ve barınma gibi acil ihtiyaçları doğabilir. Bu hâllerde, avukat vasıtasıyla mahkemeden ihtiyatî tedbir kararı talep edilerek çocuğun mağduriyeti önlenir. Bu tedbir kararları, dava sonuna kadar geçerli olup taraflar arasında ihtilafen çözüm imkânı sunar. Avukatın bu süreçteki müdahalesi, hem usul yönünden eksiksiz dilekçelerin hazırlanması hem de tedbir taleplerinin hukuki dayanaklarının ikna edici biçimde sunulması açısından önemlidir.
Velayetle İlgili Kararların İcrası ve Uygulama Davaları
Mahkemece verilen velayet veya kişisel ilişki kararlarının yerine getirilmemesi hâlinde, icra müdürlüğü nezdinde zorla icra süreci başlatılabilir. Hukuk bürosu, ilâmın infazı sürecinde gerekli başvuruları yaparak, müvekkilin haklarının ihlal edilmesinin önüne geçer. Bu sürecin çocuk için travmatik olmaması adına icra takibi pedagog eşliğinde gerçekleştirilir. Avukat, bu noktada çocuk lehine hakikat ve adaletin tesisi için hukukî imkanları azami ölçüde kullanır.
Velayet Kararlarının İstinaf Süreci Takibi
İlk derece mahkemesince verilen velayet kararının yanlış veya eksik gerekçelere dayanması hâlinde, Bölge Adliye Mahkemesi nezdinde istinaf başvurusunda bulunmak mümkündür. Avukat, gerekçeli kararın hukuka uygunluğunu tafsilâtla tetkik ederek, hak kaybının önlenmesi için üst mahkemeye başvurur. Şayet ilâm, yasa hükümlerine yahut yerleşik içtihatlara aykırılık arz ediyorsa, bu sürecin işletilmesi elzemdir. Aksi hâlde karar kesinleşir ve düzeltme imkânı ortadan kalkar.
Velayet Davalarında Delil Toplama Süreci ve Strateji Geliştirme
Velayet davası salt beyanlara değil, somut delillere dayanır. Bu meyanda avukat, tanık ifadeleri, okul kayıtları, sağlık raporları, psikolojik değerlendirmeler ve sosyal medya paylaşımları gibi müteaddiden delili hukuka uygun yollarla toplar. Her bir delil, müvekkilin ebeveynlik kapasitesine dair müspet kanaat uyandırma amacı taşır. Hukuk bürosu, delillerin zamanlaması, sunum tekniği ve etkisi yönünden dava stratejisini binâen belirleyerek, mahkemenin kanaatine tesir edecek şekilde bir dosya inşa eder.
Yurt Dışında Bulunan Çocuklarla İlgili Uluslararası Velayet Uyuşmazlıkları
Uluslararası aile hukuku kapsamında velayet anlaşmazlıkları, müstakil kurallar ve antlaşmalar çerçevesinde çözülür. Misal olarak, Lahey Çocuk Kaçırma Sözleşmesi uyarınca açılan davalarda, çocukların rızası dışında yurt dışına çıkarılması hâlinde iade mekanizmaları devreye girer. Avukat, bu tür davalarda hem yerel hem uluslararası hukukta istifade edilecek argümanları hukuki ve diplomatik bağlamda bir araya getirerek müvekkili adına etkin bir mücadele verir.
Velayet Davalarında Haksız Suçlamalara Karşı Hukuki Koruma
Taraflar, velayet davasında karşı tarafı küçük düşürmek yahut mahkemeyi etkilemek amacıyla asılsız iddialarda bulunabilir. Avukat, müvekkilini bu tür iddialara karşı hukuken koruyarak gerekli savunma mekanizmalarını kurar. Haksız isnatlar yalnızca kişisel itibarı değil, dava sonucunu da etkileyebilir. Bu bağlamda, iftira niteliğindeki beyanlara karşı hukuki hakların kullanılması ile müstakil müdahaleler yapılabilir.
Velayet Kararlarının Çocuğun Yaşına Uygun Şekilde Uyarlanması
Çocuk büyüdükçe ihtiyaçları da değişir. Bu bağlamda, önceki velayet kararlarının yeniden düzenlenmesi gerekebilir. Avukat, çocuğun yaşına, okul hayatına, sosyal çevresine uygun yeni bir düzenleme için hukukî başvurularda bulunur. Bu itibarla yapılan her değişiklik, yasa hükümlerine ve yargı kararlarına uygun biçimde hazırlanarak mahkemenin dikkatine sunulur.
Çocuğun Sağlık ve Tedavi Süreçlerine İlişkin Hukukî Başvurular
Velayet hakkı kapsamında çocuğun sağlık ihtiyaçlarının karşılanması esastır. Ancak ebeveynler arasında aşı, ameliyat veya tedavi gibi hususlarda ihtilâf çıkması hâlinde, avukat aracılığıyla mahkemeden izin alınabilir. Bu süreçte çocuğun üstün yararı gözetilerek, tıbbî zorunlulukların adalet ve mevzuat çerçevesinde karşılanması sağlanır.
Eğitim Hakkı ve Okul Tercihine Dair İhtilâfların Çözümü
Çocuğun hangi okulda eğitim göreceği hususunda ebeveynler arasında ihtilâf çıkabilir. Avukat, müvekkil adına dilekçe hazırlayarak çocuğun pedagojik ihtiyaçlarını, sosyal çevresini ve ekonomik koşulları mahkemeye sunar. Hâkim, kanun mucibince çocuğun menfaatini öncelikli telâkki ederek eğitim kararını verir.
Çocuğun Dinlenme ve Tatil Düzenlemelerinin Hukukî Planlaması
Kişisel ilişki hakkı kapsamında ebeveynlerden birinin çocuğu belirli tatil dönemlerinde görmesi mümkündür. Ancak bu süreçte adil paylaşım yapılmadığında taraflar arasında uyuşmazlık doğar. Avukat, müvekkilin tatil programının çocuğun düzenine zarar vermeyecek şekilde düzenlenmesi için mahkemeye başvurur.
Çocuğun Malvarlığı Haklarının Korunmasına Yönelik Hukukî İşlemler
Velayet yalnızca çocuğun bakımını değil, onun malvarlığını da kapsar. Ebeveynin malvarlığını kötüye kullanması hâlinde, avukat vasıtasıyla vesayet makamından izin istenir veya dava açılır. Bu süreçte, mülkiyet ve miras haklarının korunması, çocuğun menfaatinin bir parçası olarak değerlendirilir.
Velayet Kararlarının İhlali Nedeniyle Tazminat Davaları
Velayet hakkına sahip ebeveynin, mahkeme kararlarını ihlâl etmesi hâlinde diğer taraf maddî veya manevî tazminat talep edebilir. Hukuk bürosu, müvekkil adına açacağı davada, ihlâlin çocuğun menfaatine ve tarafın haklarına verdiği zararı tafsilâtla tetkik ederek mahkemeye sunar.
Çocuğun Soyadı Değişikliği Taleplerinde Hukukî Destek
Velayetin kimde olduğu çocuğun soyadını da etkileyebilmektedir. Annenin velayeti hâlinde soyadı meselesi sıklıkla dava konusu olur. Avukat, içtihatlardan da istifade ederek, müvekkilin talebini hukuka uygun biçimde ileri sürer.
Şiddet ve İstismar İddialarında Koruma Tedbiri Başvuruları
Velayet davası sırasında çocuğun şiddete veya istismara uğradığı iddia edilirse, avukat derhâl 6284 sayılı Kanun mucibince koruma tedbirleri talep eder. Bu hâlde, çocuğun derhâl güvenliğinin sağlanması için geçici velayet veya uzaklaştırma kararları alınabilir.
Çocuğun Dinî Eğitimine Dair Uyuşmazlıklarda Hukukî Çözüm
Ebeveynler arasında çocuğun dinî eğitimi konusunda ihtilâf çıktığında, mahkeme çocuğun yaşı, algı seviyesi ve pedagojik ihtiyaçlarını dikkate alarak karar verir. Avukat, müvekkilinin talebini kanun ve mukarrerat çerçevesinde savunarak, çocuğun özgür iradesinin zedelenmemesini sağlar.
Velayet Davalarında Bilirkişi Raporlarına İtiraz
Mahkemeler çoğu kez pedagojik ve psikolojik raporları bilirkişi aracılığıyla temin eder. Ancak bu raporların hatalı, eksik veya taraflı olması hâlinde avukat, müvekkil adına itiraz dilekçesi sunarak yeni rapor talep eder. Bu yolla, adaletin tesisi için bilirkişi raporlarının yeniden tetkik edilmesi sağlanır.
Çocuğun Adres Değişikliğinin Velayet ve Kişisel İlişkiye Etkisi
Velayet sahibi ebeveynin başka bir şehre veya ülkeye taşınması, çocuğun kişisel ilişki düzenlemelerini etkiler. Bu durumda avukat, müvekkil adına dava açarak yeni koşullara uygun kişisel ilişki düzenlenmesini talep eder. Mahkeme, bu talebi çocuğun menfaatine uygun biçimde değerlendirir.
Velayet Davalarına Dair Sık Sorulan Sorular:
- Velayet nedir?
Velayet, Türk Medenî Kanunu’nun 335 ve devamı maddelerinde düzenlenmiş olup, çocuğun bakımını, eğitimini, korunmasını ve temsilini kapsayan, ebeveynlere tanınmış bir hak ve ödev bütünüdür. Kamu düzenine dair bir müessese olması nedeniyle tarafların serbest iradeleriyle ortadan kaldırılması yahut sınırlandırılması mümkün değildir. Bu bağlamda velayet, yalnızca ebeveynin menfaati için değil, bilhassa çocuğun üstün yararını korumak için tesis edilmiş bir kurumdur. Uygulamada velayet, boşanma, ayrılık veya ebeveynlerden birinin ölümü hâlinde gündeme gelir. Mahkeme, velayeti kime vereceğine karar verirken ebeveynlerin kişisel niteliklerini, ekonomik koşullarını, sosyal çevrelerini ve çocuğa gösterdikleri ilgiyi ayrıntılı şekilde değerlendirir. Nitekim yerleşik içtihatlarda da, velayetin ebeveynin şahsî hakkı değil, çocuğun üstün yararına hizmet eden bir sorumluluk olduğu müteaddiden vurgulanmaktadır. Hukukî açıdan velayet, ebeveynlere çocuğun malvarlığını yönetme yetkisi de tanır. Ancak bu yetki mutlak olmayıp, çocuğun yararına aykırı kullanıldığında hâkimin müdahalesine açıktır. Velayet, ebeveynin özgür tasarruf yetkisini sınırlayan bir yükümlülük olarak telâkki edilmekte ve çocuğun temel haklarının korunması için kamu düzeninin teminatı sayılmaktadır.
- Boşanma hâlinde velayete kim karar verir?
Boşanma davası sırasında velayet, hâkim tarafından resen değerlendirilir ve karara bağlanır. Türk Medenî Kanunu’nun 182. maddesi mucibince, boşanma kararının fer’î sonucu olarak müşterek çocuğun velayetinin hangi ebeveyne bırakılacağı belirlenir. Bu düzenlemede, tarafların anlaşması tek başına yeterli olmayıp, hâkimin denetimi zorunludur. Uygulamada hâkim, velayet kararını verirken yalnızca ebeveynlerin beyanlarını değil, sosyal inceleme raporlarını, pedagojik mütalaaları ve çocuğun gelişimsel ihtiyaçlarını da dikkate alır. Tarafların iradesi çocuğun menfaatiyle çeliştiği takdirde, hâkim bu iradeyi dikkate almayabilir. Misal olarak, tarafların velayet konusunda anlaşmış olması, çocuğun yararına aykırıysa mahkeme bu anlaşmayı reddedebilir. Dolayısıyla boşanma hâlinde velayet kararı, ebeveynlerin taleplerine göre değil, çocuğun yararı esas alınarak tesis edilir. Bu itibarla hâkimin rolü, taraf iradelerini onaylamak değil, kamu düzeni ve çocuk hakları çerçevesinde adaletin tesisini sağlamaktır. Velayet, boşanmanın yalnızca fer’î bir sonucu değil, aynı zamanda çocuğun geleceğini belirleyen asli bir yargısal müdahaledir.
- Velayet hakkı hangi hâllerde değiştirilebilir?
Velayet hakkı, verildikten sonra mutlak ve değiştirilemez değildir; esaslı ve sürekli değişikliklerin ortaya çıkması hâlinde velayet davası açılarak yeniden düzenlenebilir. Türk Medenî Kanunu’nun 183. maddesi mucibince, velayet kararının değiştirilmesi, çocuğun menfaati gerektiriyorsa mümkündür. Uygulamada velayetin değiştirilmesine sebep olabilecek hâller arasında ebeveynin ağır hastalığı, alkol veya uyuşturucu bağımlılığı, ekonomik çöküş, çocuğa ilgisizlik, şiddet veya istismar gibi faktörler bulunmaktadır. İçtihatlarda, özellikle çocuğun eğitim ve sağlık ihtiyaçlarının karşılanmaması yahut ebeveynin yaşam tarzındaki olumsuz değişiklikler velayetin değiştirilmesi için yeterli sebep sayılmaktadır. Hukukî açıdan velayetin değiştirilmesi, çocuğun üstün yararı ilkesinin dinamik bir yansımasıdır. Zira velayet, statik bir kurum değil, değişen şartlara uyarlanabilen bir düzenlemedir. Hâkim, çocuğun mevcut menfaatini korumak için gerekli gördüğünde velayeti diğer ebeveyne devredebilir; bu, adaletin ve kamu düzeninin bir gereği olarak izahtan varestedir.
- Çocuğun üstün yararı ilkesi neyi ifade eder?
Çocuğun üstün yararı ilkesi, velayet ve kişisel ilişki davalarında hâkimin karar verirken öncelikli ölçüt olarak çocuğun fiziksel, psikolojik, eğitsel ve sosyal gelişimini gözetmesini ifade eder. Bu ilke hem Türk Medenî Kanunu’nda hem de BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde açıkça düzenlenmiştir. Uygulamada hâkim, çocuğun üstün yararını belirlerken ebeveynlerin ekonomik imkânlarını, bakım kapasitelerini, sosyal çevrelerini ve çocuğa verdikleri sevgi ve ilgiyi tetkik eder. İçtihatlarda da, ebeveynlerin kişisel menfaatlerinin değil, çocuğun menfaatlerinin üstün tutulması gerektiği müteaddiden belirtilmiştir. Bu ilke, hukuk düzeninde çocuğun korunmasına yönelik en güçlü normatif dayanaklardan biridir. Halbuki ebeveynler arasındaki anlaşmalar veya çatışmalar bu ilkenin önüne geçemez. Çocuğun üstün yararı ilkesi, velayet hukukunun hem esaslı hem de usulî boyutlarında hâkimin takdir yetkisini yönlendiren bağlayıcı bir kriterdir.
- Çocuğun görüşü velayet kararında dikkate alınır mı?
Çocuğun görüşünün alınması, hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk normlarının zorunlu kıldığı bir usuldür. Türk Medenî Kanunu’nun 182. maddesi ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 12. maddesi mucibince, idrak gücüne sahip çocuğun görüşü mahkemece dinlenir. Uygulamada hâkim, çocuğun yaşına, olgunluğuna ve psikolojik gelişimine göre onun görüşünü pedagog eşliğinde alır. Ancak bu görüş, tek başına belirleyici olmayıp, diğer delillerle birlikte değerlendirilir. Nitekim mahkeme, çocuğun baskı altında konuştuğunu tespit ederse, bu beyanı dikkate almayabilir. Hukukî bakımdan çocuğun görüşünün alınması, onu birey olarak tanıyan modern hukuk anlayışının bir gereğidir. Çocuğun görüşüne yer verilmemesi, yalnızca iç hukuk normlarına değil, aynı zamanda milletlerarası sözleşmelere de aykırılık teşkil eder.
- Çocuğun görüşünün alınmasında hangi usul kuralları uygulanır?
Çocuğun görüşünün alınması, hem Türk Medenî Kanunu hem de Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 12. maddesi mucibince zorunludur. Usul bakımından hâkim, çocuğun yaşı, olgunluk düzeyi ve psikolojik durumunu göz önünde bulundurarak görüşünü alır. Görüşme genellikle pedagog veya sosyal hizmet uzmanı eşliğinde, çocuğun baskı altında kalmayacağı güvenli bir ortamda yapılır. Çocuğun beyanı tutanağa geçirilir; ancak bu beyan tek başına belirleyici olmayıp, diğer delillerle birlikte değerlendirilir. Çocuğun görüşünün usulüne uygun alınmaması hem iç hukuk açısından hem de milletlerarası sözleşmeler bağlamında hak ihlali teşkil eder.
- Geçici velayet nedir?
Geçici velayet, velayet davası süresince çocuğun menfaatini korumak için hâkim tarafından verilen ara karardır. Nihai hüküm beklenmeden, dava devam ederken çocuğun kimle kalacağı bu karar ile düzenlenir. Uygulamada geçici velayet, özellikle taraflar arasında ağır çatışma varsa veya çocuğun bakımında aksaklık yaşanıyorsa önem kazanır. Hâkim, sosyal inceleme raporları ve deliller doğrultusunda çocuğun güvenliği ve düzenli gelişimi için geçici velayet kararı verebilir. Geçici velayet, çocuğun menfaatini dava süresince garanti altına alan bir güvenlik mekanizmasıdır. Kesinleşmiş hükme kadar çocuğun mağduriyet yaşamaması için alınan bu karar, velayet hukukunda adaletin ivedi tecellisini sağlayan önemli bir kurumdur.
- Kişisel ilişki hakkı neyi kapsar?
Kişisel ilişki hakkı, velayet kendisine verilmeyen ebeveynin çocukla düzenli şekilde görüşmesini ve ebeveyn-çocuk bağını sürdürmesini sağlayan haktır. Türk Medenî Kanunu’nun 323. maddesi bu hakkı düzenlemektedir. Uygulamada mahkeme, kişisel ilişkiyi düzenlerken çocuğun yaşını, okul programını, sağlık durumunu ve ebeveynler arasındaki mesafeyi dikkate alır. Hakkın kötüye kullanılması hâlinde ise mahkeme bu ilişkiyi sınırlandırabilir veya kaldırabilir. Hukukî açıdan kişisel ilişki hakkı, çocuğun sağlıklı gelişimi için ebeveynlerle bağ kurma hakkının bir yansımasıdır. Bu hak, ebeveynlerin şahsî menfaatinden ziyade çocuğun temel hakkı olarak telâkki edilmektedir.
- Velayet davasında deliller nelerdir?
Velayet davasında deliller, tarafların iddialarını ispatlamak için mahkemeye sundukları tanık beyanları, sosyal inceleme raporları, pedagog raporları, okul kayıtları, sağlık belgeleri ve maddî imkânlara ilişkin evraklardan oluşur. Uygulamada hâkim, delilleri serbestçe değerlendirir ve çocuğun üstün yararı için en uygun kararı verir. Tanık beyanları tek başına yeterli görülmez; sosyal inceleme raporları ve uzman görüşleriyle birlikte dikkate alınır. Hukukî bakımdan deliller, hâkimin takdir yetkisini yönlendiren en önemli unsurlardır. Velayet davalarında deliller, ebeveynlerin menfaatlerini değil, çocuğun geleceğini ortaya koymak için değerlendirilir.
- Sosyal inceleme raporunun önemi nedir?
Sosyal inceleme raporu, mahkemece görevlendirilen uzmanlar tarafından hazırlanır ve çocuğun yaşam koşullarını, ebeveynin tutumlarını objektif biçimde değerlendirir. Uygulamada bu rapor, hâkimin kararında önemli rol oynar. Çocuğun psikolojik durumu, sosyal çevresi ve ebeveynin ilgisi hakkında tarafsız veriler sunar. Ancak eksik veya hatalı düzenlenmiş raporlar avukatlar tarafından itiraza konu edilebilir. Sosyal inceleme raporu, velayet hukukunda çocuğun üstün yararını bilimsel zeminde somutlaştıran bir araçtır. Hâkim kararını yalnızca taraf beyanlarına değil, bu raporun ortaya koyduğu hakikate de bina eder.
- Psikolojik istismar velayet kararını etkiler mi?
Psikolojik istismar, çocuğun duygusal bütünlüğünü zedeleyen ve velayet kararını doğrudan etkileyen ebeveyn davranışlarını ifade eder. Sürekli baskı, sevgiden yoksun bırakma veya diğer ebeveyne karşı olumsuz telkinler bu kapsamdadır. Uygulamada psikolojik istismar, çoğunlukla ebeveyne yabancılaşma sendromu üzerinden gündeme gelir. Çocuğun diğer ebeveyni reddetmesi için bilinçli telkinlerde bulunulması, velayet hakkının kötüye kullanılması olarak değerlendirilir ve velayetin değiştirilmesine sebep olabilir. Hukukî bakımdan psikolojik istismar, çocuğun üstün yararına aykırılık teşkil eder. Hâkim, böyle bir durum tespit ettiğinde velayeti diğer ebeveyne devrederek adaletin ve çocuğun haklarının korunmasını sağlar.
- İştirak nafakası nedir?
İştirak nafakası, velayet kendisine verilmeyen ebeveynin çocuğun bakım, eğitim, sağlık ve barınma giderlerine katkı sağlamakla yükümlü olduğu mali yükümlülüktür. Türk Medenî Kanunu’nun 182. maddesi mucibince düzenlenen bu nafaka, ebeveynin şahsî borcu değil, doğrudan çocuğun hakkı olarak telâkki edilir. Bu yönüyle iştirak nafakası, boşanma sonrası ebeveynler arasında mali sorumluluğun dengeli biçimde dağıtılmasını temin eder. Uygulamada nafaka miktarı, ebeveynlerin ekonomik durumları, yaşam koşulları ve çocuğun yaşıyla doğru orantılı ihtiyaçları dikkate alınarak belirlenir. Hâkim, tarafların gelir belgelerini tetkik eder; ayrıca çocuğun eğitim masrafları, sağlık giderleri ve sosyal ihtiyaçlarını göz önünde bulundurur. İçtihatlarda, iştirak nafakasının çocuğun menfaatlerini korumak amacıyla belirlenmesi gerektiği müteaddiden vurgulanmıştır. Hukukî açıdan iştirak nafakası, yalnızca çocuğun geçimini sağlamak değil, aynı zamanda onun kişilik haklarını ve sosyal gelişimini güvence altına almak için tesis edilmiştir. Nafaka, velayet sahibi olmayan ebeveynin de sorumluluklarını devam ettirmesini sağlayan ve çocuğun üstün yararını koruyan kamu düzenine ilişkin bir kurumdur.
- Velayet hakkı ebeveynin şahsî hakkı mıdır?
Velayet, görünürde ebeveynlere tanınan bir hak gibi gözükse de, esasında çocuğun korunması amacıyla tesis edilmiş bir kamu düzeni kurumudur. Türk Medenî Kanunu’na göre velayet, ebeveynin şahsî menfaatine yönelik değil, çocuğun üstün yararını önceleyen bir ödev ve sorumluluktur. Uygulamada mahkemeler, velayet taleplerini ebeveynlerin çıkarlarına göre değil, çocuğun fiziksel, psikolojik ve sosyal gelişimi açısından en uygun ebeveynin yanında kalması yönünde değerlendirir. Halbuki ebeveynlerin karşılıklı talepleri, çocuğun menfaatini gölgeleyecek şekilde dikkate alınmaz. Bu nedenle velayet hakkı, teknik anlamda ebeveynlerin değil, doğrudan çocuğun hakkıdır. Velayet, ebeveynlerin menfaat çatışmalarının konusu değil, çocuğun menfaatinin korunmasına hizmet eden bir hukukî müessese olarak telâkki edilmektedir.
- Velayet kararına karşı istinaf yoluna başvurulabilir mi?
Velayet kararları ilk derece mahkemesi tarafından verildikten sonra Bölge Adliye Mahkemesi nezdinde istinaf yoluna başvurulabilir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu mucibince istinaf, yalnızca hukuka uygunluk denetimi değil, aynı zamanda maddî vakıaların yeniden değerlendirilmesi imkânını da tanır. Uygulamada taraflar, istinaf dilekçelerinde ilk derece mahkemesinin usule veya esasa dair hatalarını ortaya koyarlar. BAM, yeni delil toplanmasına karar verebilir, tanıkları dinleyebilir veya sosyal inceleme raporlarının yenilenmesini talep edebilir. Bu durum, çocuğun menfaatinin ikinci derece bir yargı denetiminden geçmesini sağlar. İstinaf, velayet hukukunda yalnızca teknik bir kanun yolu değil, aynı zamanda çocuğun üstün yararının ikinci kez güvence altına alındığı bir aşamadır. Bu yönüyle istinaf, velayet kararlarının hem adalet hem de hakkaniyet ölçütlerine uygunluğunu sağlayan kritik bir mekanizmadır.
- Çocuğun soyadı konusunda dava açılabilir mi?
Çocuğun soyadının değiştirilmesi yahut velayet sahibi ebeveynin soyadını alması amacıyla dava açılabilir. Türk Medenî Kanunu ve ilgili içtihatlar çerçevesinde bu dava, çocuğun üstün yararını gözeten bir özel düzenleme niteliği taşır. Uygulamada mahkemeler, soyadı değişikliği taleplerini değerlendirirken çocuğun sosyal çevresi, okul hayatı, psikolojik ihtiyaçları ve kimlik bütünlüğünü göz önünde bulundurur. İçtihatlarda, çocuğun sosyal gelişimini olumsuz etkilemeyecek ve kimlik karmaşası yaratmayacak durumlarda soyadı değişikliğine izin verilmiştir. Hukukî bakımdan soyadı davası, velayet hukukunun kişilik haklarıyla kesişen bir boyutunu oluşturur. Çocuğun kimliğinin ve aidiyet duygusunun korunması, ebeveynin taleplerinden ziyade çocuğun yararı esas alınarak sağlanır.
- Koruma tedbiri nedir?
Koruma tedbiri, çocuğun şiddet, istismar veya ihmalden korunması için hâkim tarafından verilen önlemleri ifade eder. Bu tedbirler, çocuğun güvenliğinin sağlanması bakımından kamu düzenine ilişkin niteliktedir. Uygulamada hâkim, koruma tedbirlerini resen veya talep üzerine alabilir. Çocuğun şiddete maruz kaldığı, ihmal edildiği veya psikolojik baskıya uğradığına dair bulgular varsa, kişisel ilişki sınırlandırılabilir yahut çocuk devlet koruması altına alınabilir. Koruma tedbirleri, çocuğun yaşam hakkı ve güvenlik hakkını doğrudan teminat altına alan bir kurumdur. Bu yönüyle velayet hukukunun, yalnızca ebeveyn menfaatlerini değil, bilhassa çocuğun temel haklarını güvenceye alan bir boyutunu oluşturur.
- Maddi imkânlar velayet kararını belirler mi?
Ebeveynlerin ekonomik gücü, velayet kararında dikkate alınan önemli bir unsurdur; zira çocuğun temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi bu imkânlarla doğrudan bağlantılıdır. Ancak tek başına belirleyici değildir. Uygulamada hâkim, ebeveynlerin gelirlerini ve yaşam koşullarını tetkik ederken aynı zamanda çocuğa gösterilen sevgi, ilgi ve eğitimsel destek gibi unsurları da göz önünde bulundurur. İçtihatlarda, sadece maddi imkân üstünlüğünün velayet için yeterli olmadığı açıkça belirtilmiştir. Hukukî açıdan maddi imkânlar, tamamlayıcı bir ölçüttür. Velayet kararları, ekonomik güçten ziyade çocuğun üstün yararını bütüncül biçimde gözeten bir perspektifle verilir.
- Vesayet ile velayet arasındaki fark nedir?
Velayet, ebeveynlere doğal olarak tanınan bir hak ve ödevdir; vesayet ise ebeveynlerin velayet hakkını kullanamadıkları durumlarda mahkemece atanan vasi aracılığıyla yürütülen yasal temsil kurumudur. Uygulamada vesayet, ebeveynlerin ölümü, gaipliği, kısıtlanması veya velayet görevini kötüye kullanmaları hâlinde gündeme gelir. Vasi, çocuğun hem şahsını hem de malvarlığını korumakla yükümlüdür; bu görev sıkı yargısal denetime tabidir. Hukukî açıdan vesayet, kamu düzenine ilişkin olup velayetten farklı olarak devletin doğrudan müdahalesini içerir. Vsayet, çocuğun korunmasına yönelik istisnaî bir kurumdur; velayet ise asıl ve olağan düzenlemedir.
- Çocuğun yurt dışına çıkarılması için izin gerekir mi?
Çocuğun yurt dışına çıkarılması, velayet hakkı çerçevesinde sıkı kurallara bağlıdır. Türk Medenî Kanunu ve ilgili mevzuat uyarınca, velayet hakkı kendisine bırakılmayan ebeveynin rızası olmadan çocuğun yurt dışına çıkarılması kural olarak mümkün değildir. Bu kural, çocuğun kaçırılma veya haksız alıkonulma riskini önlemek için konulmuştur. Uygulamada ebeveynler arasında bu konuda anlaşmazlık çıktığında, mahkeme devreye girer. Eğitim, sağlık veya sosyal sebeplerle çocuğun yurt dışına çıkarılması gerekirse, hâkim somut olayın özelliklerini tetkik ederek izin verip vermemeye karar verir. Lahey Çocuk Kaçırma Sözleşmesi de bu bağlamda önem taşır; sözleşme uyarınca, çocuğun mutad meskeninden haksız olarak uzaklaştırılması önlenmektedir. Hukukî açıdan çocuğun yurt dışına çıkarılması, yalnızca ebeveyn haklarıyla ilgili değil, bilhassa çocuğun üstün yararı ile ilgilidir. Hâkim hem ebeveynin rızasını hem de uluslararası yükümlülükleri dikkate alarak karar verir; böylece çocuğun güvenliği ve sosyal düzeni korunmuş olur.
- Çocuğun sosyal çevresi neden önemlidir?
Çocuğun sosyal çevresi, onun okul hayatı, arkadaş ilişkileri, yaşadığı mahal ve genel sosyal düzenini kapsar. Türk Medenî Kanunu mucibince hâkim, velayet kararını verirken çocuğun sosyal çevresini de dikkate almakla mükelleftir. Uygulamada, çocuğun alıştığı çevreden ani şekilde koparılması, gelişimsel sorunlara ve psikolojik travmalara yol açabilmektedir. Mahkemeler bu nedenle çocuğun okulunu, akran ilişkilerini ve sosyal bağlarını koruyacak şekilde velayet düzenlemeleri yapmaya özen gösterir. Hukukî açıdan sosyal çevre, çocuğun üstün yararının bir parçası olarak kabul edilir. Velayet kararları sadece ekonomik koşullara göre değil, çocuğun sosyal istikrarını koruyacak şekilde tesis edilir.
Velayet Davaları Alanındaki Temel Kavramlar:
Aile Mahkemesi: Türkiye’de velayet uyuşmazlıkları da dâhil olmak üzere aile hukukundan doğan davalara bakmak üzere kurulmuş özel mahkemelerdir. 4787 sayılı Kanun uyarınca teşkil edilen bu mahkemeler, özellikle boşanma, velayet, nafaka, mal rejimi ve aile içi şiddet gibi konularda uzmanlaşmıştır. Aile Mahkemelerinin varlığı, aile ilişkilerinde ortaya çıkan ihtilafların daha hızlı, etkin ve uzman bir yargı denetiminden geçmesini sağlar. Bu yönüyle, çocukların üstün yararının korunması, adaletin tesis edilmesi ve taraflar arasında hakkaniyete uygun çözümler üretilmesi için önemli bir kurum olarak telâkki edilir. Aile Mahkemelerinde görev yapan hâkimlerin, aile hukuku alanında uzmanlaşmış olmaları aranmaktadır. Ayrıca bu mahkemelerde sosyal hizmet uzmanları, psikologlar ve pedagoglar da görev alarak hâkimin karar verme sürecine bilimsel katkı sunar. Bu mülâhaza ile, velayet davalarında sadece kanunî hükümler değil, aynı zamanda çocuğun psikolojik ve sosyal ihtiyaçları da dikkate alınır. Aile Mahkemesi, klasik bir yargı mercii olmanın ötesinde, toplumsal barışı ve adaletin aile içindeki tezahürünü güvence altına alan özel bir mahkeme tipidir.
Boşanma Kararı: Evliliğin hukuken sona erdirilmesine ilişkin mahkeme hükmü olup, tarafların evlilikten kaynaklanan hak ve yükümlülüklerini köklü biçimde değiştirir. Türk Medenî Kanunu’nun 161 ve devamı maddelerinde düzenlenen boşanma sebeplerine dayanılarak açılan dava neticesinde verilen boşanma kararı, tarafların şahsî statülerini, malvarlığı ilişkilerini, nafaka yükümlülüklerini ve özellikle müşterek çocukların velayetini de kapsayan geniş bir hukukî etki doğurur. Boşanma kararının kesinleşmesiyle birlikte evlilik birliği sona ermekte, fakat tarafların çocukla ilgili sorumlulukları devam etmektedir. Bu nedenle, boşanma kararı yalnızca eşlerin ilişkisini değil, aynı zamanda çocuğun geleceğini doğrudan etkileyen bir düzenleme mahiyetindedir. Boşanma kararı, fer’î (tali) sonuçları itibarıyla velayet konusunda da düzenleme içerir. Zira kanun koyucu, boşanma hâlinde çocuğun üstün yararını gözeterek velayetin hangi ebeveyne bırakılacağını hâkimin resen değerlendirmesi gerektiğini öngörmüştür. Bu bağlamda hâkim, ebeveynlerin ekonomik durumlarını, yaşam koşullarını, sosyal çevrelerini, çocuğa sağladıkları bakım imkânlarını ve pedagojik yeterliliklerini tafsilâtla tetkik ederek karar verir. Dolayısıyla boşanma kararı, salt bir evlilik akdinin feshi değil; bilhassa çocuk haklarını korumaya yönelik kamu düzenine dair bir yargı işlemi olarak telâkki edilir. Bu yönüyle, boşanma kararı aile hukukunun merkezinde yer alan çocuğun menfaatini güvence altına alan, sadece taraflar açısından değil, toplum düzeni bakımından da önem arz eden bir ilâmdır.
Çocuğun Dinlenilmesi: Velayet davaları ve aile hukukuna ilişkin uyuşmazlıklarda, çocuğun yaşına, olgunluk düzeyine ve idrak kabiliyetine göre görüşünün mahkemece alınması, hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk bakımından zorunlu bir usuldür. Türk Medenî Kanunu’nun ilgili hükümleri ve Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 12. maddesi mucibince, çocuk kendisini ilgilendiren karar süreçlerinde birey olarak telâkki edilmekte ve görüş hakkına sahip kabul edilmektedir. Bu uygulama, çocuğun yalnızca bir uyuşmazlığın pasif öznesi değil, bilakis bireysel haklara sahip aktif bir özne olduğunun göstergesidir. Çocuğun dinlenilmesi, velayet davalarında hâkimin kararını çocuğun üstün yararı ilkesine uygun şekilde tesis etmesi için kritik bir işlev görür. Mahkeme, çocuğun dinlenilmesini pedagojik yöntemlerle ve uzman desteğiyle gerçekleştirmelidir. Zira çocuğun beyanının güvenilir ve baskıdan uzak şekilde alınması, onun menfaatini doğrudan ilgilendirmektedir. Şöyle ki, ebeveynlerden birinin baskısı veya yönlendirmesi altında verilen beyanlar, hakikati yansıtmayacağı için hâkimin takdir yetkisini olumsuz etkileyebilir. Bu sebeple uygulamada çoğunlukla pedagog veya psikolog eşliğinde çocuğun görüşü alınır ve rapor hâlinde dosyaya sunulur. Çocuğun dinlenilmesi, sadece usulî bir işlem olmayıp, adaletin ve çocuğun haklarının teminatı olan bir müessese mâhiyetindedir. Bu bağlamda, çocuğun görüşünün dikkate alınması, hem iç hukukun hem de uluslararası mukarreratın bir gereği olarak, modern velayet hukukunun merkezinde yer almaktadır.
Çocuk Hakları Sözleşmesi: 1989 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen ve Türkiye’nin de taraf olduğu bu uluslararası metin, çocukların birey olarak sahip oldukları temel hakları tanımlayan en kapsamlı sözleşmedir. Sözleşme, eğitim, sağlık, barınma, korunma, katılım ve ifade özgürlüğü gibi hakları güvence altına almakta; çocukları yalnızca ebeveynlerinin sorumluluk alanına bırakılmış bireyler değil, bilâkis hak sahibi ve korunması gereken özneler olarak telâkki etmektedir. Anayasa’nın 90. maddesi mucibince, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmaların iç hukuka üstünlüğü bulunduğundan, Çocuk Hakları Sözleşmesi Türkiye’de doğrudan uygulanabilir niteliktedir. Bu yönüyle, sözleşme hem ulusal mevzuatın şekillenmesinde hem de yargı kararlarının tesisinde bağlayıcı bir normatif çerçeve sunar. Sözleşmenin en temel ilkesi, çocuğun üstün yararının gözetilmesidir. Hâkimler, velayet davaları ve diğer aile hukukuna ilişkin yargılamalarda, sözleşmede öngörülen hakları dikkate almak zorundadır. Misal olarak, çocuğun görüşünün alınması, ayrımcılığa uğramaması, şiddet ve istismardan korunması gibi hususlar, doğrudan bu sözleşmenin düzenlemelerinden neşet etmektedir. Halbuki çocukların sırf yaş küçüklüğü nedeniyle edilgen bireyler olarak görülmesi, modern hukuk anlayışında kabul edilmemektedir. Bu itibarla, Çocuk Hakları Sözleşmesi yalnızca bir uluslararası hukuk metni değil, adaletin ve insan haklarının çocuk boyutunda tecellisi için evrensel bir güvence mahiyetindedir.
Çocuğun Menfaati: Velayet uyuşmazlıklarında en üstün değer ölçütü olarak kabul edilen bu ilke, hem Türk Medenî Kanunu hem de uluslararası sözleşmelerde temel esas olarak düzenlenmiştir. Çocuğun menfaati, yalnızca maddi imkânlarla sınırlı olmayıp, onun fiziksel, duygusal, sosyal ve eğitsel gelişimini güvence altına alan bütüncül bir kavramdır. Bu bağlamda, boşanma veya velayet davalarında mahkemeler, ebeveynlerin kişisel menfaatlerini ikinci plana iter ve çocuğun yüksek yararını öncelikli telâkki eder. Zira kanun koyucu, ebeveynlerin haklarının çatıştığı noktada dahi, çocuğun menfaatini adaletin esas unsuru olarak öne çıkarmaktadır. Bu itibarla, velayet kararları kamu düzenine ilişkin bir niteliğe sahip olup, tarafların iradeleriyle sınırlanamaz. Hâkim, çocuğun menfaatini somut olayın özelliklerine göre değerlendirmekle yükümlüdür. Şöyle ki, ebeveynlerin ekonomik koşulları, barınma imkânları, sosyal çevreleri, kişilik özellikleri ve çocukla kurdukları duygusal bağlar tafsilâtla tetkik edilir. Ancak bu unsurlar tek başına belirleyici değildir; esas olan, çocuğun düzenli gelişimini sağlayacak güvenli, istikrarlı ve sevgi dolu bir ortamın sağlanmasıdır. Halbuki yalnızca maddî koşullara bakılarak verilen kararlar, çocuğun psikolojik ihtiyaçlarını göz ardı edebilir ve adalet ilkesine aykırı düşebilir. Bu nedenle çocuğun menfaati ilkesi, hâkimin takdir yetkisini yönlendiren objektif bir kriter değil, bilâkis bağlayıcı bir hukuki mefhum olarak karşımıza çıkar. Çocuğun menfaati ilkesine aykırı her türlü uygulama, gerek iç hukuk gerekse uluslararası mukarrerat bakımından hak ihlali teşkil eder.
Çocuğun Sosyal Çevresi: Velayet uyuşmazlıklarında dikkate alınan temel unsurlardan biri olup, çocuğun okul, arkadaş çevresi, yaşadığı mahal, yakın akrabalarla ilişkisi ve günlük yaşamını şekillendiren sosyal ortamı kapsamaktadır. Türk Medenî Kanunu mucibince velayet hakkı düzenlenirken hâkim yalnızca ebeveynlerin ekonomik durumlarını değil, çocuğun sosyal çevresinin istikrarını da mütalaa eder. Zira çocuk, sadece biyolojik ve maddi ihtiyaçlarını değil, aynı zamanda aidiyet, güvenlik, arkadaşlık ve toplumsal kimlik ihtiyacını da bu çevre aracılığıyla karşılamaktadır. Bu sebeple, boşanma sonrası velayet kararında çocuğun alıştığı okul ve sosyal bağlarının korunması, üstün yarar ilkesinin ayrılmaz bir parçası olarak telâkki edilir. Çocuğun sosyal çevresi, yalnızca mevcut arkadaşlık ilişkileriyle sınırlı olmayıp, aynı zamanda yaşadığı konutun fiziksel koşulları, mahaldeki güvenlik düzeyi, sosyal aktiviteler ve kültürel ortamı da kapsar. Hâkim, tarafların dilekçelerini ve sunulan delilleri tetkik ederken, çocuğun sosyal çevresini bozacak bir velayet düzenlemesini ancak zorunlu sebeplerin varlığı hâlinde kabul eder. Halbuki ebeveynler çoğu kez velayet davasında kendi maddi üstünlüklerini ön plana çıkarmaya çalışırken, çocuğun sosyal uyumunu göz ardı edebilirler. Bu durumda mahkeme, pedagog raporları ve sosyal inceleme raporları aracılığıyla çocuğun sosyal çevresine dair hakikati ortaya koyar ve kararını bu doğrultuda bina eder.
Delil: Velayet davalarında tarafların iddialarını ispatlama amacıyla mahkemeye sundukları belge, tanık beyanı, uzman raporu, fotoğraf, yazışma kayıtları veya sair her türlü bilgi ve materyali ifade eder. Türk Medenî Kanunu ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu mucibince, velayet kararında belirleyici olan unsur yalnızca ebeveynlerin beyanları değil, bu beyanları doğrulayan yahut çürüten delillerdir. Hâkim, velayet kararını verirken çocuğun üstün yararını gözetmekle yükümlüdür ve bu yükümlülüğün gereği olarak delilleri tafsilâtla tetkik eder. Şöyle ki, ebeveynin ekonomik durumunu gösteren maaş bordroları, çocuğun eğitim durumunu belgeleyen okul kayıtları, sağlık raporları veya sosyal hizmet inceleme raporları, hâkimin kanaatini oluşturan başlıca deliller arasında yer alır. Delil kavramı velayet yargılamasında yalnızca şekli bir ispat aracı olmayıp, adaletin gerçekleşmesi bakımından esasa müteallik bir fonksiyon üstlenir. Halbuki tarafların iddia ettikleri hususlar somut verilerle desteklenmediği takdirde, çocuğun menfaatine uygun karar vermek imkânsızlaşır. Bu itibarla avukatlar, dava stratejilerini oluştururken müvekkilleri lehine kullanılabilecek tüm delilleri binâen toplamak, bunları mevzuata uygun biçimde mahkeme dosyasına kazandırmak ve gerektiğinde karşı tarafın sunduğu delilleri çürütecek karşı argümanlar geliştirmekle yükümlüdür. Velayet davalarında delil yalnızca taraf menfaatlerini değil, doğrudan çocuğun geleceğini ilgilendiren bir hakikâtin ortaya çıkarılmasına hizmet eder. Bu bağlamda, delillerin güvenilirliği ve hukuka uygun şekilde elde edilmesi de önem arz eder. Misal olarak, gizlice alınmış ses kayıtları veya hukuka aykırı biçimde temin edilmiş özel belgeler, kural olarak mahkemece dikkate alınmaz. Buna mukabil, resmi kurum raporları, uzman bilirkişi görüşleri veya sosyal inceleme raporları, yüksek ispat değeri taşıyan deliller olarak değerlendirilir. Bu mülâhaza ile hâkim, delillerin bütününü değerlendirerek, çocuğun menfaatini en iyi şekilde temin edecek velayet kararını verir. Delil kavramı velayet davalarında yalnızca usul hukuku bakımından değil, aynı zamanda çocuk haklarının korunması bakımından da merkezi bir mefhum olarak karşımıza çıkar.
Geçici Tedbir: Velayet davası süresince çocuğun bakım, korunma, eğitim ve sağlık ihtiyaçlarının aksamaması amacıyla mahkeme tarafından alınan ihtiyatî önlemler bütününü ifade eder. Türk Medenî Kanunu ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu mucibince hâkim, davanın esasına dair hüküm verilene kadar çocuğun üstün yararını korumak için gerekli gördüğü her tedbiri resen alabilir. Bu bağlamda geçici velayet, nafaka, barınma düzenlemeleri, okul seçimine ilişkin geçici kararlar ve kişisel ilişki düzenlemeleri en sık uygulanan tedbirlerdendir. Geçici tedbir kararlarının en önemli özelliği, davanın neticesi beklenmeden, süratle alınması ve uygulanmasıdır. Zira bu kararlar, çocuğun menfaatinin zedelenmesini önlemek üzere adaletin ivedi şekilde tesis edilmesini sağlar. Geçici tedbirler, esasen bir güvenlik mekanizması mâhiyetindedir. Halbuki velayet yargılaması çoğu kez uzun sürebilmekte, bu süreçte çocuğun korunmaya muhtaç haklarının ihlali ihtimali doğabilmektedir. Bu nedenle hâkim, tarafların talebi olmasa dahi çocuğun menfaatini korumak amacıyla geçici tedbir tesis edebilir. Misal olarak, çocuğun ebeveynlerden biri tarafından ihmal edildiği yahut şiddete maruz bırakıldığına dair emarelerin bulunması hâlinde, mahkeme çocuğu derhâl diğer ebeveyne teslim edebilir veya koruyucu aile yanına yerleştirilmesine karar verebilir. Geçici tedbirler yalnızca usule ilişkin bir ara karar değil, bilhassa çocuğun yaşam hakkı ve güvenliği açısından hayati önem taşıyan bir adalet aracıdır.
Hakimin Takdir Yetkisi: Velayet davalarında hâkimin, kanun hükümleri ve yerleşik içtihatlar çerçevesinde serbest değerlendirme yapma hakkını ifade eder. Türk Medenî Kanunu’nun 339 ve devamı maddeleri mucibince, çocuğun bakım, eğitim ve korunmasına dair kararlar alınırken hâkimin takdir yetkisi oldukça geniştir. Bunun sebebi, velayet uyuşmazlıklarının her birinin kendine özgü sosyal, psikolojik ve ekonomik koşullar barındırmasıdır. Kanun koyucu, çocuğun üstün yararını soyut normlarla mutlak biçimde belirlemenin güçlüğünü dikkate alarak hâkime geniş bir değerlendirme alanı tanımıştır. Bu yetki, hâkimin yalnızca tarafların beyanlarını değil; sosyal inceleme raporlarını, pedagog görüşlerini, tanık anlatımlarını ve çocuğun bireysel ihtiyaçlarını tafsilâtla tetkik etmesine imkân verir. Hakimin takdir yetkisi, sınırsız veya keyfî bir serbesti anlamına gelmez. Bilâkis bu yetki, kanun, mevzuat ve adalet ilkeleriyle sınırlandırılmıştır. Halbuki taraflardan birinin lehine haksız biçimde geniş yorum yapılması, hakkaniyet ve adil yargılanma ilkelerine aykırı düşer. Bu bağlamda hâkim, kararını gerekçeli şekilde bina etmek ve hangi delillere dayanarak velayet düzenlemesi yaptığını ayrıntılı biçimde ortaya koymakla mükelleftir. Nitekim içtihatlarda da, takdir yetkisinin somut olayın özelliklerine göre kullanılması gerektiği, aksi hâlde kararın istinaf denetiminden geçemeyeceği açıkça vurgulanmaktadır. Hakimin takdir yetkisi velayet hukukunun en kritik mefhumlarından biridir. Misal olarak, ebeveynlerin ekonomik koşulları benzer olsa dahi, çocuğun psikolojik güvenliği ve sosyal çevresi açısından daha uygun ebeveyne velayet verilmesi, hâkimin takdirine bağlıdır. Bu mülâhaza ile hâkimin rolü, yalnızca kanun hükümlerini uygulamak değil, aynı zamanda çocuğun üstün yararını hayata geçiren adalet ilkesini somutlaştırmaktır. Bu itibarla, takdir yetkisi hem çocuk haklarının korunmasında hem de ebeveynler arasındaki menfaat dengesinin sağlanmasında yargısal fonksiyonun kalbinde yer almaktadır.
İcra Takibi: Velayet veya kişisel ilişki kararlarının yerine getirilmemesi hâlinde başvurulan zorla icra mekanizmasını ifade eder. Türk İcra ve İflâs Kanunu mucibince, mahkemece verilen velayet yahut kişisel ilişki düzenlemesine dair ilâmın gerekleri taraflarca rızayla yerine getirilmediğinde, mağdur taraf icra dairesine başvurarak kararın zorla infazını talep edebilir. Bu süreçte, çocuğun teslimi veya kişisel ilişki hakkının fiilen uygulanması için devlet otoritesi devreye girer. Böylece adaletin yalnızca kâğıt üzerinde değil, fiilî hayatta da gerçekleşmesi sağlanır. Bu noktada icra takibi, mahkeme kararlarının bağlayıcılığını teminat altına alan zorunlu bir hukukî araç olarak telâkki edilir. İcra takibi süreci, çocuğun üstün yararı ilkesine zarar vermeyecek şekilde yürütülmek zorundadır. Halbuki çocuğun zorla teslimi sırasında psikolojik travma yaşaması ihtimali her zaman mevcuttur. Bu sebeple uygulamada, çocuk teslimi ve kişisel ilişki kararlarının icrası çoğunlukla pedagog veya sosyal hizmet uzmanı eşliğinde yapılır. Misal olarak, velayet hakkını ihlâl eden ebeveynin çocuğu teslim etmemesi hâlinde, icra memurları pedagog desteğiyle çocuğun güvenliğini ve psikolojik dengesini gözeterek infazı gerçekleştirir. Bu uygulama, adaletin tesisini sağlarken aynı zamanda çocuğun menfaatini korumaya hizmet eder.
İstinaf: İlk derece mahkemesinin vermiş olduğu velayet kararlarına karşı başvurulan ve dosyanın Bölge Adliye Mahkemesi (BAM) tarafından hem maddî vakıalar hem de hukukî sebepler yönünden yeniden incelenmesini sağlayan kanun yoludur. Hukuk Muhakemeleri Kanunu mucibince düzenlenen istinaf, yalnızca hükmün hukukî denetimini değil, aynı zamanda delillerin yeniden değerlendirilmesini de mümkün kılar. Bu nedenle, istinaf mahkemeleri, velayet davalarında ilk derece mahkemesinin yapmış olduğu değerlendirmeleri adalet, hakkaniyet ve mevzuata uygunluk bakımından tetkik ederek, kararın doğru olup olmadığını yeniden inceler. Böylelikle çocuğun üstün yararı ilkesinin hatalı veya eksik değerlendirme sebebiyle zedelenmesi önlenmiş olur. İstinaf yolunun en önemli özelliği, ilk derece mahkemesinden farklı olarak yalnızca usul denetimiyle yetinmemesi, bilâkis maddi vakıaları da yeniden ele alabilmesidir. Şöyle ki, Bölge Adliye Mahkemesi yeni delil toplanmasına, tanık dinlenmesine veya sosyal inceleme raporlarının yenilenmesine karar verebilir. İstinaf, velayet davalarında çocuğun haklarının korunması için hayati önem arz eden ikinci bir inceleme mercii olarak telâkki edilmektedir. Bu süreçte avukatın rolü de son derece belirleyicidir. Müvekkil lehine istinaf başvurusu hazırlanırken, ilk derece mahkemesinin kararındaki usul ve esas hataları tafsilâtla ortaya konmalı, çocuğun menfaatini ihlâl eden noktalar binâen gösterilmelidir. Ayrıca yeni delil ve belgelerin sunulması da istinaf incelemesinde mümkündür. Bu itibarla, istinaf başvurusu salt bir itiraz dilekçesi değil, adaletin ve çocuğun üstün yararının yeniden tesis edilmesine imkân veren kapsamlı bir hukukî mücadele aracı olarak işlev görür.
İştirak Nafakası: Velayet hakkı kendisine bırakılmayan ebeveynin, müşterek çocuğun bakım, eğitim, sağlık ve diğer temel ihtiyaçlarının karşılanmasına katkıda bulunmak üzere ödemekle yükümlü olduğu mali yükümlülüktür. Türk Medenî Kanunu’nun 182. maddesi mucibince düzenlenen iştirak nafakası, çocuğun üstün yararını koruma amacına hizmet eder. Bu nafaka, ebeveynin kendi kişisel menfaatine yönelik bir hak veya borç değil, doğrudan çocuğun hakkı olarak telâkki edilir. Nitekim çocuğun iaşe, eğitim, sağlık ve sosyal gelişimi için gerekli giderler, velayet kendisine bırakılmayan ebeveynin de ortak sorumluluğu altındadır. Bu düzenleme, adalet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde, ebeveynlerin boşanma sonrası da çocuğun yaşamına mali katkı sağlamasını güvence altına alır. İştirak nafakasının miktarı belirlenirken, hem çocuğun ihtiyaçları hem de ebeveynlerin mali gücü göz önünde bulundurulur. Hâkim, tarafların gelir düzeylerini, yaşam koşullarını, sosyal statülerini ve çocuğun yaşına bağlı giderlerini tafsilâtla tetkik ederek nafaka miktarını belirler. Şöyle ki, yalnızca ebeveynin gelirine bakılarak nafaka kararı verilemez; aynı zamanda çocuğun büyüme sürecindeki ihtiyaçları ve eğitim masrafları da dikkate alınır. Halbuki bazı ebeveynler, kendi mali durumlarını öne sürerek nafaka yükümlülüğünü azaltmaya çalışabilmektedir. Bu durumda hâkim, yasa ve yerleşik içtihatlar uyarınca çocuğun menfaatini önceleyerek, adaletin tesisini sağlar. İştirak nafakası, ebeveynler arasında bir menfaat dengesinden ziyade, çocuğun yaşamını güvence altına alan bir müessese mâhiyetindedir. Bu süreçte avukatın rolü, müvekkil lehine nafaka miktarının doğru belirlenmesini sağlamak, eksik veya haksız hesaplamalara karşı gerekli itirazları yapmak ve çocuğun menfaatini korumaktır. Misal olarak, çocuğun sağlık giderlerinde artış, okul değişikliği veya özel eğitim ihtiyacı gibi durumlarda nafaka artırımı davası açılması mümkündür. Buna mukabil, ebeveynin gelirinde önemli bir azalma veya iş kaybı olması hâlinde nafakanın azaltılması talep edilebilir. Bu mülâhaza ile iştirak nafakası, yalnızca bir mali yükümlülük değil, aynı zamanda çocuğun sosyal haklarının korunması için süreklilik arz eden dinamik bir hukukî düzenleme olarak karşımıza çıkar.
Kanunî Dayanak: Velayet davalarının temelini oluşturan hukukî normlar bütününü ifade eder ve başta Türk Medenî Kanunu’nun 182, 336, 337 ve devamı maddeleri olmak üzere, aile ve çocuk haklarına dair özel düzenlemeleri içerir. Bu hükümler, boşanma hâlinde çocuğun velayetinin hangi ebeveyne bırakılacağı, velayet değişikliğinin hangi şartlarda mümkün olacağı ve kişisel ilişki düzenlemelerinin nasıl yapılacağı gibi temel meseleleri düzenlemektedir. Kanunî dayanak, hâkimin takdir yetkisini sınırlandırarak kararların öngörülebilir ve hukuk devleti ilkesiyle uyumlu olmasını sağlar. Bu bağlamda velayet davalarının esas ve usulü, yalnızca tarafların taleplerine değil, kanunun emredici hükümlerine de tâbidir. Kanunî dayanak, yalnızca Türk Medenî Kanunu ile sınırlı olmayıp, Anayasa’nın aile ve çocuk haklarına ilişkin düzenlemelerini, 4787 sayılı Aile Mahkemeleri Kanunu’nu, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun usule dair hükümlerini ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un çocukla ilgili tedbir hükümlerini de kapsar. Ayrıca Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası sözleşmeler, özellikle Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, velayet davalarında doğrudan uygulanabilen kaynaklardandır. Anayasa’nın 90. maddesi mucibince, bu tür sözleşmeler iç hukuka üstünlük tanıdığından, kanunî dayanak kavramı ulusal ve uluslararası normların birlikte değerlendirilmesini gerektirir. Velayet davalarında kanunî dayanak, hâkimin kararlarını hem normatif temele oturtan hem de çocuğun üstün yararını güvence altına alan asli hukukî çerçevedir.
Kişisel İlişki Hakkı: Velayet hakkı kendisine bırakılmayan ebeveynin, müşterek çocukla düzenli biçimde görüşmesini, onunla bağ kurmasını ve ebeveyn-çocuk ilişkisini devam ettirmesini sağlayan temel bir haktır. Türk Medenî Kanunu’nun 323. maddesi mucibince düzenlenen bu hak, ebeveynin şahsî menfaatinden ziyade çocuğun gelişimsel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir müessese olarak telâkki edilmektedir. Zira çocuk, sağlıklı bir kişilik geliştirebilmek için her iki ebeveyniyle de bağlarını sürdürmeye muhtaçtır. Hâkim, kişisel ilişki hakkını tesis ederken tarafların yaşam koşullarını, coğrafi uzaklıklarını, sosyal ve pedagojik koşulları tetkik ederek, çocuğun huzur ve güvenliğini zedelemeyecek şekilde gün, saat ve mekân belirler. Kişisel ilişki hakkı, mutlak ve sınırsız bir hak olmayıp, çocuğun üstün yararı ilkesi ile sınırlandırılmıştır. Halbuki ebeveynlerden biri bu hakkı, çocuğun huzurunu bozacak veya diğer ebeveyni baskı altına alacak şekilde kullanmaya kalkışırsa, mahkeme kişisel ilişki düzenlemesini değiştirebilir veya kısıtlayabilir. Misal olarak, ebeveynin çocuğa kötü muamelede bulunması, çocuğu psikolojik baskıya maruz bırakması veya velayet sahibi ebeveyni tehdit etmesi hâlinde kişisel ilişki hakkı sınırlandırılabilir. Bu yönüyle kişisel ilişki hakkı, yalnızca ebeveynin değil, aynı zamanda çocuğun güvenliği ve menfaati bakımından sürekli denetime tâbi bir müessese mahiyetindedir. Kişisel ilişki hakkı, velayet hukukunun ayrılmaz bir parçası olup, adaletin çocuğun ihtiyaçlarını merkeze alacak şekilde tesis edilmesini sağlar. Bu hak, yalnızca ebeveyn-çocuk bağının korunması için değil, aynı zamanda çocuğun sosyal ve duygusal gelişiminin desteklenmesi için de zaruridir. Mahkemeler şahsi ilişki düzenlemelerini verirken yalnızca mevzuat hükümlerini değil, aynı zamanda pedagog ve sosyal hizmet raporlarını da dikkate almakta, kararlarını çocuğun üstün yararı mefhumu çerçevesinde bina etmektedir. Böylelikle kişisel ilişki hakkı, çocuk hukukunda hem iç hukuk hem de milletlerarası düzenlemeler bağlamında güvence altına alınmış temel bir çocuk hakkı olarak karşımıza çıkar.
Koruma Tedbiri: Çocuğun şiddet, istismar, ihmal veya her türlü tehlikeli durumdan korunması amacıyla mahkeme tarafından verilen önlemleri ifade eder. Türk Medenî Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu ve bilhassa 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun mucibince, hâkim çocuğun fiziksel, psikolojik ve sosyal güvenliğini teminat altına almak için geçici veya uzun süreli tedbirlere hükmedebilir. Bu tedbirler, çocuğun velayetinin geçici olarak diğer ebeveyne bırakılması, çocukla kişisel ilişkinin sınırlandırılması, şiddet faili ebeveynin evden uzaklaştırılması veya çocuğun devlet korumasına alınması gibi uygulamaları kapsar. Koruma tedbirleri, velayet hukukunun çocuğun üstün yararını fiilen koruyan en etkin araçlarından biridir. Koruma tedbirleri, yalnızca tarafların talebi üzerine değil, hâkimin resen değerlendirmesiyle de uygulanabilir. Şöyle ki, dava sırasında çocuğun şiddet gördüğüne veya ihmal edildiğine dair emareler ortaya çıktığında, hâkim derhâl tedbir kararı alarak çocuğun menfaatini garanti altına alır. Halbuki bu tür durumlarda kararın esasına ilişkin hükmün beklenmesi, telafisi imkânsız zararların doğmasına sebep olabilir. Misal olarak, pedagojik raporlarda çocuğun ev ortamında psikolojik baskıya maruz kaldığı tespit edilirse, mahkeme çocuğun güvenliği için kişisel ilişkiyi askıya alabilir. Bu mülâhaza ile koruma tedbirleri, çocuğun yaşam hakkı ve güvenlik hakkının ihlal edilmesini önleyen proaktif bir adalet mekanizmasıdır. Koruma tedbirleri velayet hukukunda yalnızca geçici çözümler değil, aynı zamanda çocuğun haklarının korunmasına yönelik kalıcı etkiler doğuran düzenlemelerdir. Bu kararlar, hem iç hukukun emredici normlarına hem de milletlerarası sözleşmelerin yüklediği yükümlülüklere binâen tesis edilir. Anayasa’nın 41. maddesi, devletin çocukları her türlü istismar ve şiddete karşı koruma görevini açıkça düzenlemiştir. Bu itibarla, koruma tedbirleri sadece ebeveynler arası bir ihtilâfın çözümüne hizmet etmez; bilâkis kamu düzenine ilişkin bir müessese olarak adaletin ve çocuğun üstün yararının doğrudan teminatıdır.
Lahey Sözleşmesi: Çocukların haksız olarak bir ülkeden diğerine götürülmesi veya alıkonulması hâllerinde uygulanacak iade ve iş birliği mekanizmalarını düzenleyen, 1980 tarihli “Milletlerarası Çocuk Kaçırmanın Hukukî Yön ve Kapsamına Dair Lahey Sözleşmesi”ni ifade eder. Türkiye, 2000 yılında bu sözleşmeye taraf olmuş ve iç hukukta da gerekli düzenlemeleri yapmıştır. Sözleşmenin amacı, velayet hakkı ihlâl edilerek yerinden edilen çocukların, mutad meskenleri olan ülkeye süratle iade edilmesini temin etmektir. Böylelikle, çocukların kaçırılma veya haksız alıkonulma yoluyla sosyal çevrelerinden, eğitim hayatlarından ve psikolojik istikrarlarından koparılmalarının önüne geçilmektedir. Bu yönüyle Lahey Sözleşmesi, uluslararası velayet uyuşmazlıklarının çözümünde en önemli bağlayıcı kaynaklardan biri olarak telâkki edilir. Sözleşme yalnızca iade prosedürlerini değil, taraf devletler arasında iş birliği esaslarını da düzenler. Taraf ülkelerde “Merkezî Makam” sıfatıyla belirlenen idari otoriteler, çocuk kaçırma vakalarında karşılıklı bilgi paylaşımı yapmak, iade sürecini kolaylaştırmak ve ebeveynler arasında uzlaşı sağlamakla yükümlüdür. Türkiye’de bu görev Adalet Bakanlığı tarafından yerine getirilmektedir. Şöyle ki, haksız alıkonulan çocuk için açılan iade davasında mahkeme, Lahey Sözleşmesi’nin öngördüğü usullere binâen hareket eder ve yalnızca çocuğun üstün yararına aykırılık bulunması hâlinde iade talebini reddedebilir. Sözleşme, milletlerarası düzeyde çocuğun menfaatini koruyan bir güvence mekanizmasıdır. Bu bağlamda Lahey Sözleşmesi, yalnızca ebeveynler arasındaki bireysel bir ihtilâfın çözümünü değil, aynı zamanda çocuk haklarının uluslararası boyutta korunmasını da hedefler. Halbuki sözleşmeye taraf olunmadığı takdirde, farklı hukuk sistemleri arasında ortaya çıkan çatışmalar çocukların mağduriyetine yol açabilirdi. Bu itibarla, Lahey Sözleşmesi hem çocuk haklarının evrensel ölçekte korunmasına hizmet eden bir adalet aracıdır hem de taraf devletler arasında karşılıklı güveni tesis eden bir hukukî düzenlemedir.
Maddi İmkânlar: Velayet kararlarında hâkimin göz önünde bulundurduğu unsurlardan biri ebeveynlerin ekonomik koşullarıdır; zira çocuğun beslenme, barınma, eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için maddi imkânlar önem arz eder. Ancak Türk Medenî Kanunu mucibince, maddi imkânlar tek başına belirleyici değildir; hâkim, ekonomik gücün yanı sıra ebeveynin çocuğa göstereceği ilgi, sevgi ve pedagojik yeterliliği de tetkik eder. Maddi imkânlar velayet uyuşmazlıklarında tamamlayıcı bir ölçüt olup, üstün yarar ilkesi çerçevesinde çocuğun bütüncül menfaatleriyle birlikte değerlendirilir.
Mevzuat: Velayet hukukunda uygulanacak normatif düzenlemelerin bütününü ifade eder. Başta Türk Medenî Kanunu’nun 182 ve devamı maddeleri olmak üzere, Türk Anayasası’nın aile ve çocuk haklarına dair hükümleri, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun usule ilişkin hükümleri ve 4787 sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yargılama Usullerine Dair Kanun bu alandaki temel iç hukuk kaynaklarını oluşturur. Bunun yanı sıra, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, çocuğun güvenliğiyle ilgili tedbirlerin alınmasına imkân tanıyan özel düzenlemeler getirmektedir. Mevzuat kavramı, yalnızca kanunlarla sınırlı olmayıp, yönetmelikler, tüzükler ve idari genelgeleri de içine alır; bu nedenle velayet uyuşmazlıklarının çözümünde hâkim geniş bir normatif çerçeveyi tetkik etmek durumundadır. Ulusal düzenlemelerin yanında Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası sözleşmeler de velayet hukukunun ayrılmaz bir parçasıdır. Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Lahey Çocuk Kaçırma Sözleşmesi, velayet ve çocuk hakları alanında bağlayıcı hükümler getirmektedir. Anayasa’nın 90. maddesi mucibince, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalar iç hukukta doğrudan uygulanabilir ve kanunlarla çatışmaları hâlinde üstünlükleri kabul edilmektedir. Bu itibarla, velayet hukukundaki mevzuat yalnızca ulusal kanunlardan ibaret olmayıp, evrensel standartları da içeren karma bir yapıya sahiptir. Mevzuat, velayet uyuşmazlıklarının çözümünde hâkimin başvurduğu en temel referans noktasıdır. Hâkim kararlarını verirken yalnızca ebeveynlerin beyanları ve somut delilleri değil, aynı zamanda ilgili mevzuatın ortaya koyduğu düzenlemeleri göz önünde bulundurmak zorundadır. Halbuki mevzuata aykırı tesis edilen kararlar, istinaf mercii nezdinde bozulmaya mahkûmdur. Bu nedenle mevzuat, velayet davalarının hem usulî hem de esaslı boyutunda adaletin tesis edilmesi için vazgeçilmez bir normatif zemin olarak telâkki edilir.
Milletlerarası Sözleşmeler: Türkiye’nin taraf olduğu çocuk haklarına dair uluslararası sözleşmeler, velayet ve çocuk hukukunun şekillenmesinde doğrudan etkili olan bağlayıcı metinlerdir. Anayasa’nın 90. maddesi mucibince, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir ve iç hukukla çatışmaları hâlinde üstünlükleri kabul edilmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin özel hayat, aile hayatı ve ayrımcılık yasağına ilişkin hükümleri ile Lahey Çocuk Kaçırmanın Hukukî Yön ve Kapsamına Dair Sözleşme başlıca örneklerdir. Bu sözleşmeler, çocuğun birey olarak haklarını tanımlamakta ve devletlere bu hakların korunması için pozitif yükümlülükler yüklemektedir. Milletlerarası sözleşmeler, velayet hukukuna yalnızca genel ilkeler düzeyinde değil, somut uyuşmazlıkların çözümünde de etki eder. Şöyle ki, Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 12. maddesi, çocuğun kendisini ilgilendiren yargılamalarda görüşünün alınması zorunluluğunu getirmekte; 3. maddesi ise “çocuğun üstün yararı” ilkesini evrensel ölçüt hâline getirmektedir. Yine Lahey Sözleşmesi, haksız çocuk alıkoyma veya kaçırma hâllerinde, çocukların mutad meskenlerine iadesini öngörerek velayet hakkını fiilen koruma altına almaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatları da, aile hayatının korunmasına dair kararlarıyla Türk mahkemelerinin velayet davalarında dikkate almak zorunda oldukları standartları belirlemektedir. Milletlerarası sözleşmeler, çocuk haklarının korunmasında iç hukuk normlarının ötesinde bağlayıcı bir çerçeve sunar. Halbuki yalnızca ulusal mevzuata dayanarak verilen kararlar, evrensel standartların gerisinde kalabilir ve hak ihlallerine yol açabilir. Bu itibarla hâkimler, velayet ve çocuk hakları davalarında uluslararası sözleşmeleri doğrudan uygulamakla mükelleftir. Misal olarak, bir çocuğun görüşünün alınmadan verilen velayet kararı, yalnızca ulusal mevzuata değil, aynı zamanda tarafı olduğumuz milletlerarası sözleşmelere de aykırılık teşkil eder. Dolayısıyla bu sözleşmeler, çocuk hukukunda adaletin evrensel ölçekte tesis edilmesi için vazgeçilmezdir.
Müşterek Çocuk: Evlilik birliğinden doğan yahut evlat edinme yoluyla ortak velayet ilişkisine dahil edilen çocuk, velayet davalarının esas konusunu oluşturur. Türk Medenî Kanunu mucibince, müşterek çocuğun velayeti boşanma hâlinde hâkim tarafından bir ebeveyne bırakılırken, temel ölçüt çocuğun üstün yararıdır. Bu kapsamda hâkim, ebeveynlerin kişisel menfaatlerini değil, müşterek çocuğun fiziksel, psikolojik ve sosyal gelişimini gözetir; böylelikle velayet, ebeveyn haklarından ziyade çocuğun korunması gereken bağımsız haklarının bir tezahürü olarak telâkki edilir.
Psikolojik İstismar: Çocuğun duygusal bütünlüğünü, kişilik gelişimini ve güvenlik duygusunu zedeleyen, süreklilik arz eden olumsuz ebeveyn davranışlarını ifade eder. Fiziksel şiddetten farklı olarak görünür izler bırakmasa da, çocuğun ruhsal sağlığında derin ve uzun vadeli etkiler doğurabilmektedir. Türk Medenî Kanunu’nun velayet hükümleri ve Çocuk Haklarına Dair Sözleşme mucibince, çocuğun her türlü istismar ve ihmalden korunması esastır. Bu bağlamda, çocuğu sürekli aşağılamak, sevgiden yoksun bırakmak, korku ve baskı altında tutmak veya diğer ebeveynle iletişiminden yalıtmak psikolojik istismarın örnekleri arasında yer alır. Mahkemeler, velayet kararlarında psikolojik istismara dair bulguların mevcudiyetini çocuğun üstün yararına doğrudan aykırılık olarak telâkki eder ve bu durum velayetin değiştirilmesi için esaslı sebep kabul edilir. Psikolojik istismar kavramı, modern hukuk uygulamalarında “ebeveyne yabancılaşma sendromu” ile de ilişkilendirilmektedir. Bu sendrom, velayet sahibi ebeveynin bilinçli veya bilinçsiz biçimde çocuğu diğer ebeveynden uzaklaştırması, onunla görüşmesini engellemesi veya hakkında olumsuz telkinlerde bulunması sonucu ortaya çıkar. Çocuk, zamanla diğer ebeveyne karşı haksız bir nefret veya mesafe geliştirerek duygusal bağlarını koparabilir. Bu durum, çocuğun kimlik gelişimini olumsuz etkilediği gibi, uzun vadede psikolojik travmalara da yol açar. Yargı kararlarında ebeveyne yabancılaşma sendromu, velayet hakkının kötüye kullanılması olarak değerlendirilmektedir. Şayet bu tür bir olgu tespit edilirse, hâkim çocuğun üstün yararı gereği velayeti diğer ebeveyne bırakabilmekte veya kişisel ilişki düzenlemesini değiştirebilmektedir. Psikolojik istismar, yalnızca ebeveyn-çocuk ilişkisini değil, çocuğun bütün sosyal hayatını etkileyen bir olgudur. Hâkimler, pedagojik raporlar, sosyal inceleme raporları ve uzman psikolog değerlendirmeleri ışığında bu hususu tafsilâtla tetkik eder. Halbuki bu tür davranışların önemsiz görülmesi veya göz ardı edilmesi, çocuğun ruh sağlığına telâfi edilemez zararlar verebilir. Bu itibarla psikolojik istismar, velayet davalarında yalnızca tali bir unsur değil, bilhassa velayet hakkının hangi ebeveyne bırakılacağını tayin eden kritik bir ölçüt olarak kabul edilmektedir. Ebeveyne yabancılaşma sendromunun da dikkate alınmasıyla birlikte, psikolojik istismar velayet hukukunda çocuğun üstün yararı ilkesinin somutlaşmasına hizmet eden bir mefhum hâline gelmiştir.
Sosyal İnceleme Raporu: Velayet davalarında hâkimin kararına bilimsel dayanak sağlamak amacıyla, sosyal hizmet uzmanı, pedagog veya psikolog tarafından düzenlenen ve çocuğun yaşam koşullarını, ebeveynlerin tutumlarını, aile içi ilişkileri ve sosyal çevreyi objektif biçimde değerlendiren rapordur. Türk Medenî Kanunu ve ilgili mevzuat mucibince, hâkim çocuğun üstün yararını gözetmekle mükellef olduğundan, salt taraf beyanlarına dayanarak hüküm tesis etmez; sosyal inceleme raporlarını tafsilâtla tetkik ederek kararını somut verilere bina eder. Bu rapor, çocuğun kaldığı evin fiziki koşullarını, ekonomik şartları, ebeveynin çocuğa yaklaşımını ve çocuğun duygusal güvenliğini ölçmeye yönelik gözlemleri içerir. Hâkimin kanaatini kuvvetlendiren ve velayet kararını belirleyici biçimde etkileyen bir araç olan sosyal inceleme raporunun en önemli özelliği, tarafsız ve uzman görüşüne dayanmasıdır. Halbuki tarafların kendi beyanları çoğu zaman subjektif olup, velayet talebini desteklemek amacıyla abartılı veya yanıltıcı olabilir. Bu noktada sosyal hizmet uzmanının gözlemleri, çocuğun günlük yaşamına dair hakikî bir tablo sunar. Misal olarak, ebeveynin çocuğa karşı ilgisizliği, şiddet eğilimi veya ev ortamının güvensizliği raporda somut şekilde ortaya konulabilir. Bu mülâhaza ile rapor, çocuğun üstün yararını merkeze alan bir bakış açısının adalet mekanizmasına yansımasıdır. Bununla birlikte, sosyal inceleme raporları her zaman tartışmasız kabul edilmez; eksik, hatalı veya taraflı düzenlenmiş olması hâlinde avukatlar tarafından itiraza konu olabilir. Nitekim içtihatlarda, sosyal inceleme raporunun tek başına yeterli olmadığı, diğer delillerle birlikte değerlendirilmesi gerektiği müteaddiden vurgulanmıştır. Bu itibarla rapor, hâkimin takdir yetkisini yönlendiren önemli bir unsur olmakla beraber, mutlak belirleyici değildir. Netice olarak, sosyal inceleme raporu velayet davalarında çocuğun üstün yararını objektif şekilde ortaya koyan, adaletin tesisine hizmet eden ve gerektiğinde hukuki tartışmalara açık bir müessese mahiyetindedir.
Soyadı Davası: Çocuğun soyadının değiştirilmesi veya velayet sahibi ebeveynin soyadını alması amacıyla açılan, hem aile hukuku hem de kişilik haklarıyla bağlantılı özel bir dava türüdür. Türk Medenî Kanunu ve ilgili içtihatlar mucibince, çocuğun üstün yararının gerektirdiği hâllerde soyadı değişikliğine izin verilebilir; hâkim bu davalarda yalnızca ebeveynin taleplerini değil, çocuğun sosyal çevresini, psikolojik ihtiyaçlarını ve kimlik bütünlüğünü de tetkik ederek karar tesis eder.
Tanık Beyanı: Velayet davalarında tarafların iddia ve savunmalarını desteklemek veya çürütmek amacıyla üçüncü kişilerin mahkeme huzurunda verdikleri ifadelerdir. Tanıklar, çocuğun günlük yaşamına, ebeveynlerin bakım ve ilgisine, aile içi iletişim biçimlerine dair doğrudan gözleme dayalı bilgiler sunarak hâkimin kanaat oluşturmasına katkıda bulunur. Türk Medenî Kanunu ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu mucibince tanık beyanı, velayet yargılamasında en sık başvurulan delillerden biridir. Nitekim tarafların ekonomik imkânları, ebeveyn-çocuk ilişkileri, çocuğa yönelik şiddet veya ihmal iddiaları gibi hususlar çoğu kez tanık beyanları aracılığıyla somutlaştırılır.
Türk Medenî Kanunu: Velayet hukukunun temel kaynağı olup, ebeveyn-çocuk ilişkilerini, velayetin kapsamını, boşanma hâlinde çocuğun velayetinin hangi esaslara göre belirleneceğini ve kişisel ilişki düzenlemelerini ayrıntılı biçimde düzenler. Kanun, çocuğun üstün yararı ilkesini merkezine alarak, ebeveynlerin haklarını sınırlı; buna mukabil çocukların korunmaya muhtaç haklarını öncelikli telâkki eder. Bu yönüyle Türk Medenî Kanunu, velayet davalarında hâkimin kararlarını hem usulî hem de esaslı bakımdan yönlendiren asli hukukî dayanak niteliğindedir.
Üstün Yarar İlkesi: Velayet ve kişisel ilişki kararlarında çocuğun menfaatinin, ebeveynlerin veya diğer kişilerin tüm şahsî menfaatlerinin üzerinde tutulması gerektiğini ifade eden temel ilkedir. Türk Medenî Kanunu, Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi ulusal ve uluslararası düzenlemeler mucibince kabul edilmiş olan bu ilke, çocuk hukukunun merkezinde yer almaktadır. Çocuğun üstün yararı yalnızca maddî koşullarla değil; eğitim, sağlık, güvenlik, sevgi, aidiyet, sosyal çevreye uyum, psikolojik gelişim ve kimlik bütünlüğü gibi çok boyutlu unsurlarla değerlendirilir. Bu itibarla hâkim, velayet ve kişisel ilişki kararlarını tesis ederken ebeveynlerin taleplerinden bağımsız biçimde çocuğun menfaatini esas almakla mükelleftir. Üstün yarar ilkesinin uygulanması, hâkimin takdir yetkisini yönlendiren en bağlayıcı ölçüttür. Şöyle ki, tarafların anlaşması veya talepleri, çocuğun yararıyla çeliştiği takdirde dikkate alınmaz. Halbuki ebeveynler çoğu kez kendi menfaatlerini öne çıkararak velayet talebinde bulunabilirler; ancak kanun koyucu, bu talepleri çocuğun menfaatine aykırı olduğu anda hükümsüz telâkki etmektedir. Misal olarak, ekonomik imkânları güçlü olan bir ebeveyn, ilgisizlik veya istismar nedeniyle velayet hakkını kaybedebilir; çünkü üstün yarar ilkesi, ekonomik güçten ziyade çocuğun bütüncül refahını önceler.
Vesayet: Ebeveynlerin velayet hakkını kullanamadığı veya hukuken kullanmasının mümkün olmadığı hâllerde, çocuğun korunması ve temsil edilmesi için mahkeme kararıyla tesis edilen yasal temsil kurumudur. Türk Medenî Kanunu mucibince vesayet, kamu düzenine dair bir müessese olarak telâkki edilir ve çocuğun şahsî ile malvarlığına ilişkin haklarının korunmasını teminat altına alır. Bu bağlamda vasi, mahkeme tarafından atanır ve görevlerini çocuğun üstün yararı doğrultusunda, denetime tâbi şekilde ifa eder.